31 Aralık 2007 Pazartesi

PAKİSTAN IRAKLAŞACAK MI?
ALİ BULUNMAZ

Benazir Butto öldürüldü ve herkes, Pakistan’da bundan sonra neler olacağını sorup tartışıyor. Pakistan’ın nasıl bir yola gireceği belirsiz. Ancak, Butto’nun öldürülmesi neye yorulmalı, asıl dikkatle irdelenmesi gereken konu bu.

Müşerref rejimi
1970’lerin sonunda ABD’nin, SSCB’yi çevreleme adına başlattığı “yeşil kuşak” projesinin en önemli ayaklarından birini Pakistan oluşturuyordu. Ziya-ül Hak’ın 1979 darbesiyle iktidarı ele alması ve Zülfikar Butto’yu idam etmesi, ABD için “yeşil kuşak” harekatında büyük bir kalenin kazanılmış olduğunu muştuluyordu.

1990’lara kadar Afganistan-Pakistan ekseninde, bugün ABD’nin düşmanı olan El Kaide ve Taliban, CIA ve Pakistan gizli servisi tarafından eğitilip palazlandırıldı. Aynı zamanda Pakistan ordusu ve gizli servisi de, ABD’nin büyük desteğini alıp iktidarını güçlendirdi.

1979 darbesinden tan 20 yıl sonra Pervez Müşerref, Navaz Şerif hükümetini devirdi. 11 Eylül’ün ardından Müşerref’in, “terörle mücadelesinde” ABD’ye destek vereceğini açıklaması, Pakistan’ın “şer eksenine” dahil edilmesini engelledi.

Müşerref bu tarihten itibaren fırsatçığını konuşturup, Afganistan’ın ABD tarafından işgali ile Pakistan sınırlarından içeri sızan Taliban ve El Kaide’ye karşı görece bir mücadeleye girişti. İslam dünyasındaki en önemli nükleer silah üreticilerinden olan Pakistan, böylelikle ABD’nin hışmından kendisini korumuş oldu!

Ancak ağırlıklı olarak ordu ve istihbarat servisleri tarafından desteklenen Müşerref’e karşı, ülke içinden önemli eleştiriler de yükseldi. Bunların başta gelenleri şöyleydi:

- ABD’nin “terörle mücadele” adı altındaki petrol savaşına destek vermesi.
- Pakistan-Afganistan sınırındaki Peştunların çoğunluğunu “Taliban üyesi olduğu” iddiasıyla öldürmesi.
- Bağımsız yargıya meydan okuması ve ülkede baskı kurması.
- Kendisine rakip olabilecek kişileri alaşağı etmek üzere, siyasi cinayetler işleyen Birleşik Kavim Hareketi’ne arka çıkması.
- Emrindeki orduyla, halkın yaşama şartlarını zorlaştırması.

Müşerref’e yönelik bu eleştirilerin, vardığı tek bir nokta var: Onun, Pakistan’da demokrasinin kök salmasını sekteye uğratmış olması.

Butto’nun önemi
Yüksek Mahkemenin 2001 seçimlerine hile karıştırıldığı iddialarını sonuca bağlayacağı gün Müşerref, "aşırı dincileri” gerekçe gösterip olağanüstü hal ilan etmişti. İşte bu sırada, “güvenlik” nedeniyle ev hapsine alınan Benazir Butto, Washington Post’ta yayımladığı makalede, Müşerref için şunları söylemişti: “O, demokrasi yanlılarını nasıl bastıracağını biliyor. Fakat Usame bin Ladin’i tutuklama veya aşırılık yanlılarını önleme konusunda isteksiz ya da başarısız.”

Pakistan’a dönüşünde önemli rol oynayan ABD ve İngiltere için Butto’nun değeri de buradaydı: Ondan beklenen, Pakistan’ı El Kaide ve Taliban’ın etkisinden kurtarmasıydı. Zaten Butto da, geliştirdiği laik söylemle, El Kaide ile diğer köktendincilere karşı politikalar ortaya koyacağını ifade etmişti.

Pakistan nereye koşuyor?
Ülkeye dönünce büyük sevgi gösterileriyle karşılanan Butto’nun, Karaçi’de halkla buluşması sırasında patlayan bombalar, bir güvenlik sorununun bulunduğunun kanıtıydı. Butto’nun eşi Asif Ali Zardari, bu saldırının sorunlusunun Pakistan istihbaratı olduğunu ifade etmişti. Aynı günlerde Müşerref hükümeti güvenliği için Butto’yu halkla buluşmaması konusunda uyarmıştı.

Aslında bunlar bile bir suikastın habercisiydi. Butto’nun, 1979’da babasının idam edildiği Ravalpindi’de öldürülmesi de, trajik bir sonu imler gibiydi. Daha önceki iktidarlarında yolsuzluklarla anılan Butto’nun Pakistan için bu dönemdeki önemi, laiklik yanlısı ve aşırı dinciliğe karşı söylemleriydi.

Suikastın ardından gözlerin çevrildiği El Kaide’nin, saldırıyı üstlenmemesi ve bununla ilgisinin olmadığını belirtmesi ile Butto’nun, öldürülmesi halinde açıklanmak üzere sözcüsüne “sorumlunun Müşerref olduğuna” dair bir not bırakması, hem Müşerref’i hem de ABD’yi zor duruma soktu.

Şimdi en çok konuşulan olasılıklardan biri, bu suikastla eli güçlenen köktendinci hareketin, karmaşadan yararlanıp ülkedeki nükleer silahları zapt edebileceği ve ABD’nin de, bu yüzden Pakistan’a müdahalede bulunabileceği.

Ülkede dengeler de gelecekte neler yaşanabileceği de bir belirsizlik içinde. Bir yanda Müşerref ve ordu-istihbarat, diğer yanda suikastın ardından ne yapacağı bilinmeyen Pakistan Halk Partisi ile Butto’nun 8 Ocak’ta yapılması tasarlanan seçimlere girmeye ikna ettiği Navaz Şerif. Bunların dışında, Butto suikastından güçlenerek çıkan köktendinci teröristler.

Pakistan’da tam bir kargaşa ortamı hakim. Kimin üstünlük kuracağı da bilinmez. Ama esas soru şu: Pakistan Iraklaşacak mı?

Bunun yanıtı da, şimdi ortaya atılan tahmin ve komplo teorilerinden sıyrılarak, yaşanıp verilecek.

28 Aralık 2007 Cuma

ABD’NİN “YENİ” STRATEJİSİ “AKILLI GÜÇ”
ALİ BULUNMAZ

ABD’nin bugün örtük bir imparatorluk kurduğunu söyleyebilir miyiz? Rakamlar bunu açıklıyor: Savunma Bakanlığı’nın yayımladığı rapora göre, ABD’nin 39 ülkede 823 askeri üssü bulunuyor. Bu üslerin ABD’ye maliyeti 127 milyar dolar. Orduda görevli askerin sayısı 1 milyon 400 bin. ABD, 2007’de 532 milyar dolarlık askeri harcama yaptı.

Tüm bunlara karşın ABD, hem askeri üstünlüğünü arttırmak hem de daha fazla nüfuz kazanmak için “akıllı güç” adı altında bir strateji geliştirdi. Bir başka deyişle, buradaki temel amaç yeni müttefikler kazanmak.

9 Aralık 2007 günü Washington Post’ta Richard L. Armitage ve Joseph S. Nye imzalı makalede “akıllı güç” stratejisinin “küresel iyiliğe yatırım yapma amacı taşıdığı” belirtildi.

Diplomasinin altın kuralı “sürekli düşman ve sürekli dost yoktur, çıkar ilişkileri vardır”, burada da işletiliyor. Dönemsel çıkarlara uygun olarak yumuşak (yapıcı) ve sert (tehdit edici ve savaşçı) gücün, yine dönemsel ortaklıklar kullanılarak bir potada eritilmesi, “akıllı güç” stratejisinin temel önermesi gibi görünüyor.

Armitage ve Nye’ın makalesinde Soğuk Savaş dönemine atıf yapılırken “ABD, Avrupa ve Japonya’yı tekrar inşa ederken yumuşak gücünü kullandı” deniliyor. Ancak şu sorulara yanıt verilmiyor: ABD, bu yeniden inşa karşılığında kimi ayrıcalıklar istemedi mi? Örneğin Japonya’da uzun bir süre kalıcı güç olup, Japon anayasasını bizzat hazırlamadı mı? Avrupa’da kimi devletleri, “komünizmle mücadele” adı altında kullanmadı mı?

Bu sorulara yanıt verilmesi beklenmemeli. Çünkü ABD, “akıllı güç” stratejisini ortaya atarken, değişen dengelere göre konumlanıp, yeni müttefikler elde etmeye çalışacak. Nejat Eslen’e göre (Radikal, 18.12.2007), “ABD küresel üstünlüğünü devam ettirip sağlamlaştırmak isterken, terörle küresel mücadeleyi sürdürüp, enerji kaynaklarına ve küresel pazarlara kısıntısız erişimi; enerji yolları, açık denizler ve uzayın kontrolü konusunda kendisine sorun yaratabilecek güçlerin yükselişini önlemeyi esas alıyor.”

Bu bağlamda ABD denge siyaseti, sosyal politikalar yaratma, yardım, yıkıcılık yerine ağırlıklı olarak yapıcılık, kültürel açılımlar ve iklim değişikliğinin önlenmesi ile enerji güvenliği konusunda öncülük etmek gibi izlekler belirliyor. Peki, ABD bunları başarabilir mi? ABD’nin yakıtı, sürekli gerilim ve çatışma hali değil mi?

ABD kendi dışındakilere, çıkarları doğrultusunda “değer verme” ve onları “dikkate alma” (“akıllı güç”)stratejisini nasıl uygular? Aslında bunun olabilirliği açık: Sınır, ABD tarafından belirlenecek. ABD, kendi dışındakilere önem atfettiğini anlatmaya çalışırken, sınırları (ilişkinin sınırlarını da) yine kendi istediği gibi çizecek.

O halde bu stratejinin ne kadar “yeni” olduğu da gün ışığına çıkıyor. ABD, Afganistan ve Irak’ta saplandığı bataktan ve kendisine yönelik karşıtlıklardan, geliştirdiği “akıllı güç” stratejisi ile kurtulabilecek mi? Uyguladığı (ve uygulayacağı) emperyalist politikalara bakılırsa, bu zor görünüyor…

24 Aralık 2007 Pazartesi

“TERÖRLE MÜCADELE” VE SINIRSIZ DENETİM
ALİ BULUNMAZ

“Terörle küresel mücadele” denildiğinde akan sular duruyor, her şey bir anda değişiyor. Bu, bir anlamda etkin ve sınırsız denetim imkân ve organizasyonlarının ortaya çıkması için “yasal” zemin hazırlıyor.

Bilginin küreselleştiğinden bahsedilen bugünlerde, sözü geçen olaya aracılık eden internet de, yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası haline geldi. İnternet, hem bilginin (öte yandan da kişi ve kurumların) denetimini sağlayan hem de bunu bir ölçüde olanaksız kılan kaotik bir ortama dönüştü.

Bir yandan tek merkezden veya izleme adına kurulan üslerden her an takip edilen diğer yandan da gittikçe büyüyüp sınırsızlaşan bir sanal dünya var karşımızda. Bilgi ile bilgi olmayanın birbirine karıştığı ve özel hayatın da izlenebildiği bir alandan bahsediyoruz.

Tam da bu noktada Almanya’da koalisyon ortaklarının (Hıristiyan Birlik partileri ile Sosyal Demokratların) aldığı bir karar tartışma yaratacak türden. Buna göre, “terörle mücadele” kapsamında kişisel bilgisayarların denetlenmesi gündemde. Şimdiye kadar buna karşı çıkan Sosyal Demokratlar, Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile yeni düzenlemelere onay vereceklerini açıkladı.

Sosyal Demokrat Sebastian Edathy, BZ am Sontag’a verdiği demeçte “bilgisayarların denetlenmesinin yalnızca uluslararası terörizm ve insan kaçakçılığı gibi suçları kapsadığını; bunun yanında, denetim gerçekleştirilirken insanların özel alanlarının da korunması gerektiğini” ifade etti.

Sosyal Demokratlar, daha önce sözü geçen denetimi sağlayan casus programın uygulanışına, özel hayata müdahale olduğu gerekçesiyle karşı çıkıyordu. Şimdilerde ise, “terörle mücadele” adına casus programın elektronik ileti yoluyla göndereceği adresin, kişinin bilgisayarına yerleştirilerek, kullanılan internet bağlantısının kontrol altına alınmasını savunan Birlik Partililerle aynı tarafta yer alıyorlar.

Almanya’da, telekomünikasyon şirketlerine telefon, elektronik posta ve faks kayıtlarını 6 ay süreyle saklama zorunluluğu getirilmiş durumda. Federal Anayasa Mahkemesi’nin de, söz konusu casus programın uygulanışı ile ilgili esasları kısa süre sonra belirlemesi bekleniyor.

Ancak o bilindik sorular / sorunlar, Almanya özelinde, yine insanların karşısında duruyor: Casus programın uygulanış esasları belirlense bile bu, “terörle mücadele” gibi “yasal” bir zeminle sınırlı kalacak mı? Daha doğru deyişle, programın işletilişinin sınırları ne olacak? Özel alan konusunda tam bir duyarlılık gösterilecek mi? Sözü geçen denetim, “terörle mücadele” bağlamında başka bir biçime bürünerek, sınırsız bir izlemeye dönüşecek mi?

Şüphelenilen kimselerin cep telefonu kayıtları ile internet yazışmalarının sıkı biçimde izlenmesini; hatta bu kişilerin internete erişiminin engellenmesinin ciddi şekilde tartışıldığı Almanya’da (ve böylesine bir denetimin uygulanmasının düşünüldüğü her yerde), bu sorulara doyurucu yanıtlar verilmesi elzem görünüyor.

Aynı zamanda, uygulamanın “özel alanın korunması gerekliliği” temennisiyle birebir uyuşması da zorunlu.

Bu arada “terörle mücadelenin”, kişinin her anlamda çok sıkı takip edilmesi için olanaklar yarattığı gerçeği de, tüm “iyi niyet” gösterilerine karşın, tam bir sorunsal olarak günden güne belirginleşiyor…

21 Aralık 2007 Cuma

KOSOVA: PİMİ ÇEKİLMEYE HAZIR BOMBA
ALİ BULUNMAZ

10 Aralık’ta, Kosova ile ilgili sürdürülen müzakereler, sonuç alınamadan bitti. Şimdi ne olacak? Kosova’da seçimleri kazanan Haşim Taçibiz bağımsızlığa hazırız” diyor. Yıllardır Kosovalı Arnavutlar ile Sırplar arasında gerçekleşen görüşmelerin aslında nasıl “sonuçlandığı” da bu sözle ortaya çıkıyor.

ABD destekli Kosovalı Arnavutlar, bağımsızlık yolundan geri dönülmeyeceğini resmen açıkladı. Bağımsızlığın, hem ulusal egemenliği sağlayacağını hem de ekonomiye canlılık getireceğini ifade ediyorlar.

AB, Kosova’nın bağımsızlığının kontrollü biçimde gerçekleşmesinden yana. Sırbistan’ın Kosova’dan sorumlu bakanı Slobodan Smardziç ise “AB’nin ABD baskısı altında bulunduğunu” belirtiyor. Sırbistan Başbakanı Voyislav Koştunitsa da “bağımsız Kosova’nın, NATO ve ABD’nin oyuncağı haline geleceğini” vurguluyor. Kontrollü ve barış içinde bağımsızlık taraftarı olan AB ise, Sırplarla beraber Kosova’ya da bir üyelik açılımı yapılması gerektiğini ciddi ciddi tartışıyor. Ancak konu, salt AB’yle de sınırlı değil.

Evetler ve Hayırlar
Kosova’nın bağımsızlığını destekleyen AB ülkelerinin yanında, buna çekinceyle yaklaşanlar da var. Aynı zamanda Rusya, Sırbistan ve İsrail, Kosova’nın bağımsızlığına kesinlikle onay vermeyeceğini dillendiriyor.

İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband, “Kosova’nın bağımsızlık kararını destekleyeceklerini” duyurdu. Benzer şekilde İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt de “BM Güvenlik konseyi kararı olmaksızın Kosova’nın bağımsızlığına ‘evet’ diyeceklerini” ifade etti.

Ancak AB’de Kıbrıs Rum Kesimi (KRK), buna karşı çıkıyor. Gerekçe ise, Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi halinde “KKTC’nin bundan cesaret alma olasılığı.” KRK, böylesine bir durumun KKTC için “emsal oluşturacağını” belirtiyor.

Münih Politik Araştırmalar Merkezi’nden Kosova uzmanı W.Man Meurs ise konuya “KKTC, dolaylı olarak AB üyeliğinden faydalanıyor; bağımsız KKTC, AB’den tekrar kopar” biçiminde yaklaşıyor. Bunlarla birlikte Papadapulos, “bağımsız Kosova’yı kesinlikle tanımayacaklarına” işaret ediyor.

Kosova’nın bağımsızlığına KRK, Rusya, Sırbistan ile beraber karşı çıkan bir başka ülke de İsrail ve onun gerekçesi ise Filistin. Buna göre, Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi, İsrail’e göre Filistinlileri yakın gelecekte bağımsız devletlerini kurma konusunda cesaretlendirebilir. İsrail’in bir başka endişesi de, Kosova’nın bağımsızlığının dünyanın dört bir yanındaki radikal İslamcı teröristlere olumlu ileti gönderme ihtimali. İsrail aynı zamanda, Avrupa’da bir İslam devleti kurulması halinde, teröristlerin elinin güçleneceği kanısında.

Mikro Devletler
Kosova’nın bağımsızlığına çeşitli gerekçelerle “evet” ya da “hayır” diyen ülkeler, Yugoslavya’nın parçalanmasından sonraki süreçte doğan devletlerden, yenilerinin türeme olasılığının hiç de uzak olmadığını biliyor. Gündemdeki bağımsızlık söyleminin, yakın gelecekte yeni gerilim ve çatışmalar doğurmayacağının güvencesini kim verebilir? Oluşabilecek gerilimin, Bosna’ya sıçramayacağını kim söyleyebilir?

1995’te Dayton Anlaşması’yla sonlanan Bosna Savaşı’nın ardından, bugün Balkanları yeni bir gerilim dalgası bekliyor. Sırp siyasetçilerin büyük çoğunluğu “Kosova Sırbistan’dan ayrılırsa, Bosna’nın Sırp kesimi de bağımsızlık ilan etmek için çalışmalara başlayacak” diyor. Böylelikle Dayton’ın ortadan kaldırdığı tek taraflı ayrılmanın / bağımsızlık ilanının yolu da tekrar açılmış oluyor.

Bunun da ötesinde Balkanlar’da, Kosova pimi çekilmeye hazır bir bomba gibi duruyor. Pimin çekilmesi halinde, çokkültürcülük temelli gerilim ve çatışmaların kapısının yeniden aralanmasının yanı sıra, Avrupa’nın ortasında (ve daha sonra dünyanın pek çok noktasında) mikro devletler döneminin iyiden iyiye gündeme geleceğini de göz ardı etmemek gerekiyor…

17 Aralık 2007 Pazartesi

EVRENSEL BİLDİRGE, GUANTANAMO VE ABD…
ALİ BULUNMAZ

Geçtiğimiz hafta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabulünün 59. yılı kutlandı. İnsan hakları ihlallerinin artarak devam ettiği göz önüne alınırsa, Bildirge’nin önemi daha iyi kavranabilir.

Bugün, özellikle “terörle savaş” gerekçesiyle insan hakları ihlallerinde bir patlama yaşandığı gerçek. Bunun en başta gelen simgelerinden biri de, ABD’nin dünyanın dört bir yanından getirdiği kişileri hapsettiği ve işkence ile baskı uyguladığı Guantanamo.

Evrensel Bildirge’nin 5 ve 9. maddeleri çok açık. Madde 5, “hiç kimse işkenceye, zalimane, insanlık dışı, kişilik zedeleyici ceza ve uygulamalarla karşı karşıya bırakılamaz” diyor. Madde 9 ise “hiç kimsenin keyfi olarak tutuklanıp alıkonamayacağını ve sürülemeyeceğini” ifade ediyor.

ABD’nin Evrensel Bildirge ve uluslararası sözleşmeleri (örneğin Cenevre Sözleşmeleri’ni) bu bağlamda dikkate almadığı; üstelik bunu yaparken, kendince savunma mekanizmaları geliştirdiği da ortada. Örneğin ABD Dışişleri Bakanlığı hukuk danışmanı John Bellinger, “Cenevre Sözleşmeleri’nin devlet dışı unsurlarla yürütülen askeri mücadelede, kimlerin tutuklanacağına, bu kişilerin ne kadar tutuklu kalacağına ve söz konusu tutukluların, hangi koşullarla ülkelerine teslim edileceğine yanıt vermediğini” belirtiyor.

Ancak insan hakları sözleşmeleri, önceliğin silahlı çatışmaların tümünde, varolan anlaşma maddelerine verilmesi gerektiğini imliyor. Bu da bir kez daha ABD’nin “terörle savaş” söyleminin yanı sıra, gizli hapishaneler ve Guantanamo ile buralardaki uygulamaları gündeme getiriyor.

Geçtiğimiz haftalarda Guantanamo’da tutuklu kalan Moazzam Begg’in NTVMSNBC’ye anlattıkları, ABD ve ortaklarının insan hakları ihlalleri konusundaki sicilinin, 2001’den bu yana nasıl daha da kirlendiğinin göstergesiydi. Bir gece ABD’li ajanlarca kaçırıldığını, önce Pakistan’da gizli bir cezaevine götürüldüğünü, daha sonra ise Afganistan’daki Bagram Cezaevi’ne nakledildiğini anlatan Begg, Guantanamo’ya uzanan tutsaklık hikâyesini tüm dünyaya duyurmuştu.

Begg, ABD’nin “Pakistan, Fas ve Tayland’da gizli hapishaneleri bulunduğunu, burada Guantanamo’ya göre daha yoğun işkence ve sorgulamanın varolduğunu” belirtiyor. Buralardaki işkence ve sorgulamanın yoğunluk nedenini ise “basına Gauntanamo’ya sınırlı giriş hakkının verilmesine” bağlıyor. Bagram’da “ABD’li ve Pakistanlı ajanların üstüne köpekler saldığını, jiletle tıraş edildiğini ve kafasına silah dayandığını” ifade eden Begg, Guantanamo’da daha az işkence gördüğünü söyleyip, ekliyor: “Tutuklandıktan 6 sonra terör örgütleri ile işbirliği içinde olduğumu iddia ettiler; ayrıca 1995’te Bosna Hersek’te bulunuşumun da, bu iddia ile bağlantılı olduğunu vurguladılar.”

Guantanamo’nun iç yüzünü anlatan bir mektup yazan, bu mektubun İngiliz ve Amerikan basınında yer almasıyla kurtulan Begg, “hapishanedeki tutukluların kendi ülkelerine gönderilmekten çekindiklerini, çünkü gönderilirlerse işkence göreceklerini bildiklerini” aktarıyor. Bunun yanında Begg, “kanunlarında ‘bir tutuklunun kendi ülkesinde işkence göreceği saptanırsa, o kişiyi barındırması gerektiğine ilişkin madde’ bulunmasına rağmen, ABD’nin tutukluları bile bile vatandaşı oldukları ülkeye iade ettiğini” söylüyor. Begg’e göre ABD’nin bu ediminin altında yatan baş neden, “Guantanamo’da işkence görmüş ve aslen suçsuz kişilerin tutulduğunun ortaya çıkmasının, büyük bir skandal olacağını bilmesi”nden başka bir şey değil.

Begg’in tutukluluk sürecine ilişkin anlattıklarının yanında, Guantanamo’daki kişilerin yargılanışında da önemli sorunlar göze çarpıyor. BM uzmanı Martin Scheinin’in izlediği duruşmalardan aktardıkları da hayli “ilginç.”Duruşmaların, kilometrelerce uzakta yapıldığını” belirten Scheinin, “savunmanın, gerekli kanıtları ulaştıramamasından ve şahitlerin dinlenememesinden” de bahsediyor.

Scheinin’in raporuna göre, Guantanamo’da 6 yıldır duruşmaya çıkarılmamış tutuklular bulunuyor. ABD askeri kaynaklarına göre, Taleban ve El Kaide bağlantısı şüphesiyle tutuklu olan 340 zanlı var. İşte ABD, bu kişilerin durumlarına “yasallık” kazandırmak adına “önleyici tutukluluk” kavramını ortaya atıyor.

Tüm bu anlatılanlar, ABD’nin uluslararası sözleşme ve kurallara uymayışının bir belgesi gibi. Evrensel Bildirge’nin kabulünün 59. yılında insan hakları, “terörle savaş” ile “özgürleştirme” gibi maskelemelerle alabildiğine çiğneniyor ve insan onuru örseleniyor.

21. yüzyılda hala bu ihlalleri, uluslararası sözleşme ve kurumların nasıl işlevsiz kılındığını konuşup tartışmak ise, insanoğlunun başlıca çelişkilerinden birini oluşturuyor.

14 Aralık 2007 Cuma

İSRAİL, SU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU
ALİ BULUNMAZ

21. yüzyılın ilk enerji savaşı (ki buna işgali demek daha doğru) Irak’ta tüm şiddeti ve acımasızlığıyla sürüyor. Peki, geleceğin savaşlarını yalnızca petrol ve diğer enerji kaynakları mı belirleyecek? 21. yüzyıl ve sonrasının, gerilim ve çatışmalarını yaratıp yönlendirecek başat unsurun su ve su kaynakları olacağını söylemek mümkün. Bugün petrol için gerçekleştirilen işgaller ile devam eden çatışmaların gelecekte küresel ısınma, iklim değişiklikleri, su kaynaklarına ulaşma ve ihtiyacın fazlasına sahip olma adına gündeme geleceği kuşkusuz.

Bu anlamda, Ortadoğu’yu karıştıran BOP’un örtülü amacı olan su, İsrail’in de ileriye dönük politikalarının en önemli maddelerinden biri. İsrail’in su politikalarındaki temel belirleyiciler Şeria, Nil ve Fırat Nehirleri. Şeria Nehri, İsrail’in başlıca su kaynağı ve 1967 savaşının ilk nedeni. Altı Gün Savaşı, “Milli Su Şebekesi Projesi” bağlamında önemli bir kilometre taşıydı; bu savaşla İsrail, Arap topraklarındaki su kaynakları üzerinde denetim sağlamakla kalmadı, politik bir güç elde edip Golan Tepeleri, Şeria Nehri ile Lübnan’daki su kaynaklarını kontrol altına aldı.

İsrail’in Nil Nehri ile ilgili başlıca girişimlerinin merkezinde ise nehir üzerinde kanallar kurmak (bu 1984’te gerçekleşmiştir) ve böylece hem Etiyopya ile Sudan’ı kendi tarafına çekmek hem de Nil’in kaynağını denetleyip Mısır’ı rahatsız etme amacı bulunuyordu. Bir başka deyişle Sudan ve Etiyopya’yı kontrol altına alıp Mısır’ı yakından izlemeyi başaran İsrail, Nil Nehri üzerinde de söz sahibi olmuştur. Nil’e ilişkin hedeflerini gerçekleştirirken, Sudan’da 1972’ye dek süren iç savaşta İsrail’in parmağının bulunduğuna dair güçlü iddialar da vardır. Buna göre Mossad, iç savaşa silah ve askeri eğitim ile katkı sağlamıştır. Bir anlamda Sudan’da bugün dahi süren gerilimde, o günlerden kalan ve içine Mossad’ın provokatörlerinin de karıştığı bir hesaplaşmanın varlığından da söz edilebilir.

İsrail’in bir başka su kaynağı projesi de Fırat’a ilişkindir. 1993’ten bu yana GAP’a yoğun ilgi duyan İsrail, iş alanları yaratma ve yatırım yapma gerekçesiyle Güneydoğu Anadolu’dan toprak alma girişimlerini sürdürmektedir. Hatta İsrailli yetkililer, bu girişimlerinin “Kürtlerin yaşadığı ekonomik sıkıntıları aşmasına yardım edeceği” ve “Kürt sonunun da bu yolla çözülebileceğini” belirtmiştir. 1993’ten beri bölgedeki Devlet Çiftlikleri’yle ilgilenen İsrail, 1996’da Fırat’ın sularının kendisine aktarılması konusunda resmi açıklamalar da yapmıştır.

İsrail’in GAP’ta ayrıcalık ve toprak kazanma çabası ve bölgede yatırımlar yapmasının / yapma isteğinin nedeni / nedenleri ne olabilir? Öncelik, küresel ısınmanın etkisiyle tükenen su kaynaklarına alternatif bulma ve geleceğin politik gücü ile stratejik unsuru suya / yeni su kaynaklarına sahip olma çabasıdır. Bir başka ifadeyle İsrail, su üzerinden Ortadoğu’da ileride iyiden iyiye etkinliğini arttırmayı istemektedir.

***

Güneydoğu Anadolu’daki stratejik su kaynakları ile ilgili söz sahibi olma isteğinin yanında İsrail, Nano Teknoloji araştırmaları için elverişli bölge arayışındadır ve bu bölgeyi Kuzey Irak’tan Güneydoğu Anadolu’ya kadar genişleyen bir çember biçiminde tasarlamaktadır. İsrail, yüzde 41 ile dünyada Nano Teknolojiye en çok yatırım yapan ülkedir ve Hayfa’daki “İsrail Teknoloji Enstitüsü” için 134, “Nano Teknoloji Merkezi” için de 88 milyon dolar harcamıştır. İsrail, son Lübnan savaşından sonra daha küçük silahlara ihtiyaç duyduğunu açıklamış; bu konuda, örneğin santimetrenin milyonda biri büyüklüğünde silahları da yine Nano Teknoloji ile üretme çalışmalarına başlamıştır.

Tekstil, kimya, su arıtma, bilgisayar teknolojisi ve sağlık gibi birçok alanda kullanılan Nano Teknoloji, İsrail için savunma sanayinde önceliğe sahip. Her atomu istenilen her yere yerleştirme ve hemen her şeyi atom seviyesinde üretme olanağı sunan Nano Teknolojinin, (özellikle sağlık alanında) insanın yaşamını kolaylaştıracağı bir gerçekken, yeni ve daha yıkıcı silahların üretimine yol açacağı, hatta endüstrideki kullanımından doğan yan etkileriyle küresel ısınmayı daha da arttıracağı ortada.

İsrail’in bugün Ortadoğu’da ABD ortaklığıyla (ve çoğu zaman ABD’yi yönlendirerek) yürüttüğü politikalar, işgallere verdiği destek ve 1948’den bu yana sürdürdüğü yayılmacı siyaset göz önüne alınırsa, gerek Fırat konusundaki ısrarı ve kuzeye açılma çabasının gerekse Nano Teknoloji için üs olarak tasarladığı Güneydoğu Anadolu’nun, daha sık gündeme geleceği açık.

İsrail’in yayılım politikası, ABD beraberliğiyle Ortadoğu’yu denetim altında tutma, İran ve belirli bir süre içinde bölgedeki başka ülkelere düzenlenecek harekâtlarda kullanılacak “yeni stratejik ortaklar” edinme niyetinin yanı sıra, enerji ve su kaynaklarını el altında bulundurma amacı Türkiye’yi, özel olarak da Güneydoğu Anadolu’yu enikonu stratejik bir hedefe dönüştürüyor. Kısacası sözü geçen konular, yakın gelecekte yeni gerilim, çatışma ve çekişmeler üretecek gibi görünüyor…

9 Aralık 2007 Pazar

SU SAVAŞLARI VE TÜRKİYE(*)
Ali BULUNMAZ

Su kesintilerinin gündemde olduğu ülkemizde, bu yaşamsal unsurun kıtlığı önemli bir sorun niteliğine bürünmeye başladı. Türkiye ve dünya genelinde küresel ısınma, buna bağlı iklim değişiklikleri ve su yoksulluğu, varoluşsal bir kaygıyı da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla su zengini ve fakiri ülkeler arasındaki gerilimin, yakın gelecekte bir çatışmaya dönüşme olasılığı da artıyor.

BM verileri, temiz su kaynaklarının küresel ısınmaya bağlı yağış azlığı, buharlaşma, ölçüsüz-bilinçsiz tüketim ile kirlilik yüzünden azaldığını gösterir ve bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için, kişi başına tüketimin yıllık 8 bin ile 10 bin metreküp arasında olması gerekirken; 2025’te 2 milyar, 2050’de ise 7 milyar insanın susuzluk tehlikesi ile karşı karşıya kalacağı tahmin ediliyor.

Yapılan araştırmalarda, gelecekte su ihtiyacı yüzünden gerilimin tırmanacağı bölgeler arasında İsrail, Ürdün ve Filistin (Ürdün Irmağı); Çin ve Hindistan (Bramaputra Nehri); Hindistan ve Bangladeş (Ganj Nehri); Amazon Nehri’nin geçtiği tüm ülkeler ile Etiyopya ve Mısır (Nil Nehri) gösteriliyor.

Ancak risk haritasında, su kıtlığının en çok hissedileceği yer Ortadoğu olarak gözüküyor. Hızlı nüfus artışı ve iklim değişikliklerinin bölgede, suya ihtiyacı sürekli arttırması; 2050’lerde önce kriz sonra da yeni çatışmaların çıkma olasılığını güçlendiriyor. Buna karşılık, İsrail’in Nil Nehri ile ilgili projelerini bilen Mısır, silahlı kuvvetlerinde bataklık savaşları konusunda asker eğiterek önlem alıyor ve böylece, Nil’in çıkış noktasında nehrin akışını engelleyecek bir durum oluşması halinde, savaşa giren ve üstünlük kuran ilk birlik olmayı hedefliyor. Yine BOP’un gizli gündemini oluşturan su sorunu ve yeni su havzalarına açılım doğrultusunda İsrail’in, şimdiki Irak topraklarına doğru yayılımı veya yeni işgallerle bölgedeki suyun kendine aktarılması için çabalama olasılığının da ileride gündeme gelmesi bekleniyor. Kısacası bugün Ortadoğu’da petrol adına gerçekleştirilen işgallerin rotasının, yakın gelecekte suya dönme olasılığı yükseliyor.

Kişi başına 1430 metreküp yıllık tüketimiyle su fakiri olan ve 2030’da 80 milyona ulaşması beklenen nüfusuyla tüketimin 1100 metreküpe gerileyeceği öngörülen Türkiye için durum nedir? Bilindiği gibi, hem AB hem de BM, Fırat ve Dicle’yi “uluslararası su” kabul etme eğilimindedir. Aynı zamanda Suriye, GAP nedeniyle “mağdur” gösterilerek, ileride yaşanabilecek gerilime kapı aralanmaktadır.

BM 2006 Su Raporu’nda, 2025’ten itibaren Türkiye’deki su sıkıntısının üst noktaya ulaşacağı ve 2040’larda ise elindeki su rezervleri nedeniyle, Türkiye’ye savaş açılacağı öngörülmektedir. Aynı dönemde, Suriye ve Irak’ta da büyük su kıtlığı yaşanacağı; Dicle ve Fırat’ın öneminin daha da artacağı ve Suriye’nin “uluslararası su” kapsamında değerlendirdiği bu iki kaynaktan ötürü Türkiye ile savaş ihtimalinin yüksek olduğu vurgulanmaktadır. Yine Suriye’nin Asi Nehri ile ilgili olarak, kendi topraklarındaki sulanamaz nitelikteki bölgeleri, sulanan alan şeklinde gösterip, kullanımı yüksek rakamlara taşıyarak daha fazla hak talep etmesi, ileride yaşanabilecek sorunlardan biri olarak belirtilmektedir.

Ayrıca su dağıtımının özelleştirilmesi çalışmaları da, Türkiye adına büyük bir risk. Daha önce bölge ülkelerinin yönetimindeki yolsuzluklar ve yerli sermayenin düşük yatırımları nedeniyle, benzer bir özelleştirme Latin Amerika’da denenmişti. Bölgeye gelen şirketlerin, Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlarla çalışan çokuluslu yapısı, kaynakları sömürmesi ve geçimini bu alandan sağlayan halkın yoksullaşması, direniş hareketlerini doğurmuş ve Bolivya’da Morales’i iktidara getiren sürecin ardından, özelleştirmeler de durdurulmuştu. Şimdi aynı özelleştirme harekâtı, Türkiye’de iktidar ve kimi yerel yönetimler eliyle başlatılmak isteniyor; bunun altyapısının ve anlaşmaların ana çerçevesinin de, Mart 2009’da İstanbul’da toplanacak 5. Dünya Su Forumu’nda oluşturulması hedefleniyor.

Sonuçta Türkiye, hem coğrafi konumu ve küresel ısınmanın etkileri nedeniyle hem de küresel-emperyalist sermaye aracılığıyla, olası su savaşlarının tam ortasında kalmaya; hatta tehdit edilmeye ve savaş açılmaya “uygun” bir durumdadır. Enerji savaşlarının yerini, gelecekte su savaşlarının alacağı düşünülürse Türkiye bundan en çok etkilenecek ülkelerin başında gelmektedir. Bu anlamda Türkiye’nin, gerek kaynakların akılcı kullanımı ile ilgili gerekse çatışma riskine dönük, bir öngörü ve kapsamlı politikasının olup olmadığı da tartışmalıdır…

(*) Cumhuriyet, 04.08.2007

7 Aralık 2007 Cuma

BUSH’UN İRAN YALANLARI İLE GERÇEKLER
ALİ BULUNMAZ

ABD’nin 11 Eylül’den sonra başlattığı “teröre karşı savaş” (: karşı terör) bağlamında İran’a yönelik bir saldırı her fırsatta ısıtılıyor. Bush başkana göre İran, Üçüncü Dünya Savaşı’nı “ürettiği” ve “kullanıma hazır nükleer silahlarıyla” başlatabilir. Çünkü İran “uslanmaz” ve “dünyadaki aklıselim yaklaşıma aykırı davranan haydut bir devlet” oluşuyla ABD’nin “özgürlük” ve “demokrasi” savaşımının hedefidir.

Söz nükleer silahlara geldiği anda, konu çetrefil bir hal alıyor. Çünkü “Ortadoğu’da nükleer silah bulunmamalı; bu, dünya barışı için tehdit” diyen Bush, İsrail’in elindeki 60-80 nükleer silahtan hiç bahsetmiyor. Bunun yanında ABD’nin kadim dostları İngiltere ve Hindistan’ın geliştirdiği nükleer silahlar da sumen altı ediliyor. Ama İran’a karşı neredeyse tüm devletler ağız birliği etmişçesine bir karşı çıkışta birleşiyor.

İran Raporu
İran ile ilgili açıklama ve yorumlar birbirini izlerken, ararında CIA, FBI, Hava-Deniz-Kara ve Hazine-Dışişleri İstihbaratı’nın bulunduğu 16 kuruluşun yayımladığı ortak rapor, Bush’u yalanlayan bilgiler sundu. Irak’taki bozgunun ardından kırmızı ekip oluşturan ABD’li yetkililer, İran’ın nükleer faaliyetlerinden sorumlu askeri uzmanlarla görüşüp, ellerindeki bilgi notlarını ekleyerek, rapora son şeklini verdi.

İran’ın, nükleer silah programını 2003’te durdurduğu ve bir daha başlatmadığı, yine 2015’e dek atom bombası için gereksinim duyulan plütonyumu teknik olarak üretemeyeceği raporda yer aldı.

Ancak gerek Bush gerekse ABD’nin etkili düşünce kuruluşu Dış İlişkiler Konseyi, İran’ın nükleer programını durdurmasının, yeniden başlatmayacağı anlamına gelmeyeceğini ifade etti. Bush bununla da kalmayarak, “İran nükleer silah üretme bilgisine sahip olduğu sürece barış için tehdittir” biçiminde bir açıklama yaptı. “İran ile ilgili kişisel fikrinin değişmediğini” bu şekilde dile getiren Bush, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın verilerini destekleyen raporun, kendisi için pek bir anlam ifade etmediğini yüksek sesle dile getirmekten de geri kalmadı.

Neden İran?
Ortaya konanların ışığında, Bush ve ekibinin İran’a ilgisi nasıl açıklanmalı? Yalnızca “nükleer faaliyet”, İran’a yönelik saldırı için “yeterli” bir neden mi?

İran’ın Hazar Havzası, Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya’nın merkezinde yer alması, ABD’nin bu ülkeye ilgisini açıklayan en önemli etmenlerden biri. Yine petrol ve doğalgaz rezervleri, İran’ı ABD’nin gözünde hedef haline getiriyor.

Ortadoğu’da yükselen Şii hareket ve bunun arkasında İran’ın yer alması, ABD ve İsrail için adeta bir karabasan.

İran’ın Çin, Hindistan ve Rusya ile enerji alanında işbirliğine girişmesi, ABD’yi kaygılandıran bir başka unsur. İran’ın aynı zamanda, Ortadoğu’da mevzilenen radikal İslamcı örgütlere arka çıkması, onun ABD tarafından “şer ekseni” içine alınması adına önemli bir neden.

***

Görüldüğü gibi, “nükleer faaliyet” ABD için kullanışlı bir maske. Kaldı ki ABD’nin kendi kurumlarının yayımladığı rapor, Bush ve ekibinin kanı ve kanaatlerini doğrulamıyor.

ABD’nin “terörle savaş” bağlamında Afganistan ve Irak’ta saplandığı bataktan sonra, Bush ve kurmaylarının İran gibi, adı geçen ülkelerle hiç de karşılaştırılamayacak gücü ve yapısıyla, bir kumara girişi için gelecekte ne tür bahane ve yalanlar öne süreceğini izleyeceğiz.

Özellikle Irak’ı işgal ederken müşterilerine “kitle imha silahları” yalanını satan Bush ve ekibinin, Üçüncü Dünya Savaşı’nı “tetikleyeceğini” söylediği İran için daha hangi gerekçeleri dillendireceği tam bir merak konusu…

3 Aralık 2007 Pazartesi

AIDS, YALNIZCA BİR HASTALIK MI?
ALİ BULUNMAZ

1 Aralık, Dünya AIDS Günü’ydü. AIDS, zamanımızın en bilinen, yarattığı fiziksel ve sosyal etkilerle ortalığı kasıp kavuran bir hastalıklarının başında geliyor. Bugün, HIV taşıyıcılarının sayısı BM AIDS Ajansı verilerine göre 33.2 milyon. Bunların 30.8 milyonu 15-49 yaş, 2.5 milyonu ise 15 yaş altı kişilerden oluşuyor. Bugüne dek AIDS’ten ölenlerin sayısı 2.1 milyonken, hastalığın bulaştığı kişiler 2.5 milyona ulaşıyor. AIDS kaynaklı ölümlerin dörtte üçü, hastalığın tedavisi için üretilen ilaçları edinmenin son derece güç olduğu Afrika’da gerçekleşiyor.

***

Çağımızda iktisadi açılımlar ya da teknolojiyle beraber, başta AIDS olmak üzere, pek çok bulaşıcı hastalık da “küreselleşiyor.” Bu da Giddens’ın, “savaşın endüstrileşmesi, ekolojik yıkım veya terör tehdidi” şeklinde betimlediği, modern dönemin risk ortamında, güvensizliği beraberinde getiren etkenlerden biri olarak not ediliyor. Başlangıçta AIDS bulaşıcı bir hastalık olarak, yalnızca bir kıtaya ve cinsel tercihe özgü biçimde algılanmış; ancak daha sonra önyargıların ve bilgi yanlışlığının farkına bir ölçüde varılmıştır; bunun yanında yaş, coğrafya veya cinsel tercih gibi bir sınır tanımamasıyla, en karmaşık hastalıkların başını çekmiştir. Yalnızca bu kadar mı?

Bırakın gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkeleri, en ileri yaşam düzeyine ulaşmış Batı ülkelerinde bile AIDS çoğunlukla bir tabu kabul ediliyor. Bu tabu olma durumu sakınma, dışlama ve hasta kişiyi ahlaki anlamda baskı altına alarak; ayırımcılık uygulama gibi “savunma mekanizmalarını” tetikliyor. Bu mesafe koyma yöntemleri, her ne kadar doğru bilgilendirme ve konuya yönelik eğitimle bertaraf edilmeye çalışılsa da, yine de hastalığın adının duyulması veya bu hastalığa yakalanmış birinin kimliğinin açığa çıkması bile, korkular ve buna bağlı ayırımcılığın belirmesine yetiyor.

HIV taşıyan herhangi birine, örtük veya açık olarak ayırımcılık uygulandığı bir gerçek. Bu bağlamda, tedavi sürecinin ilk aşamasında ve ilaç temini sırasındakilere ek olarak, hastalığa yakalanan kişinin yaşamında karşılaştığı (işten atılma, yalnızlaştırılma, baskı altına alınma gibi) olumsuzluklar; AIDS’in bir hastalık olmasının yanında, kapsamlı sosyal bir sorun haline geldiğinin de göstergesidir. “HIV pozitif” sonucuyla karşılaşanların, zihninde canlanan ölüm korkusunun ardından; tek tek kişilerin ve toplumun, bunun duyulmasıyla nasıl tepki vereceğini düşünmeye başlaması boşuna değildir. Çünkü AIDS eşittir ölüm ve ayırımcılık, insanlar arasında genel geçerlik kazanmıştır.

Susan Sontag’ın deyişiyle “hastalıklar ve hastalar savaşılacak düşman değildir; AIDS’e yakalananlar da kaçınılmaz kayıplar ve toplum için potansiyel tehlike şeklinde algılanmamalıdır.” AIDS’le ilgili önyargılar, son yıllarda çeşitli sağlık kurum ve kuruluşları ile vakıfların çalışmaları sayesinde aşındırılmaya başladıysa ve henüz yolun ilk metreleri adımlanıyorsa da, geçmişteki yıkıcı önyargılar ile ayırımcı duygu ve girişimler, güncelliğini büyük ölçüde korumaktadır.

***

Evet, AIDS bir hastalıktır, bir hastalık olarak kabul edilmelidir. Ancak AIDS aynı zamanda, dünya genelini ilgilendiren hukukî problem ve hastalığa yakalananların maruz kaldığı uygulamalar açısından hem ahlaki bir sorun hem de bir insan hakları sorunudur. Buna ek olarak, geliştirilen tedavi yöntemleriyle AIDS, “kronik bir hastalığa” dönüşmeye başlamış; bir başka deyişle “AIDS eşittir ölüm” denklemi kırılmaya yüz tutmuştur. Fakat dünyanın büyük bir bölümünde hâlâ yıkılması zor bir önyargı ve çekince duvarının bulunuşu, en az AIDS’in kendisi kadar etkin tedavi gerektiren bir hastalıktır.

30 Kasım 2007 Cuma

AFRİKA’DA DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK
ALİ BULUNMAZ

BM Kalkınma Programı (BMKP), 27 Kasım günü yayımladığı raporda, küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliklerinin en çok Afrika’yı etkileyeceğini duyurdu. Raporda, Kara Kıta’da, sıcaklık yükselmesiyle ilintili olarak hasadın düşeceği ve açlık oranının daha da artacağına yer verildi.

Daha çarpıcı olan ise, küresel ısınma ve iklim değişikliklerini yaratanlarla, bundan en çok etkilenecek Afrika arasındaki eşitsizlik makasının her zamanki gibi son derce açık bulunması. Zengin ülkeler, kendilerini iklim değişiklikleri ve küresel ısınmaya karşı koruma adına önlemler alma yoluna gidebilirken, nüfusunun yüzde 40’ı günde 1 doların altında bir gelirle yaşamaya çabalayan Afrika ülkelerinin, bu düzenlemeleri yapma imkanına sahip olmaması, gelinen noktadaki farkı gözler önüne seriliyor.

BMKP raporu, iklim değişiklikleri ve küresel ısınmanın neden olacağı su baskınları, fırtınalar ve kuraklığın, Afrika’yı adeta korumasız ve tehlikelere açık bir alan haline getireceğini ortaya koyuyor. Veriler, 2.9 derecelik bir sıcaklık yükselmesinin ve yağışların yüzde 4 azalmasının, Afrika’da (özellikle Sahra-altında) kişi başına gelirin yüzde 25 düşeceğine işaret ediyor. Aynı zamanda sözü geçen bölgenin, yalnızca Teksas eyaletinin ürettiği kadar karbondioksit gazının salınımından sorumlu olduğuna da dikkat çekiliyor.

***

Afrika, zenginliklerinin sömürülmeye başlandığı günlerden bu yana, yoksulluk, yoksunluk ve eşitsizlik bağlamında hep en yüksek bedelleri ödeyen kıta oldu. Egemen sömürgeci güçlerin hesaplaşma ve paylaşım alanı olarak, üzerinde en çok oyunun döndüğü coğrafyaları ile insanlığın belleğine kazındı.

Şimdi BMKP raporuyla Afrika, bir kez daha gündemde. Tüm kaynakları sömürülen, insan hakları ihlalleriyle kötü bir üne sahip olan, çevre ve sağlık sorun ile skandallarının çığ gibi büyüdüğü Afrika’daki bu durumdan kim / kimler sorumlu?

Vicdanları rahatlatmak, hatta yeni kazanç kapıları açmak adına, Afrika için göstermelik eylemler kotaranlar; silahlanmaya, sömürülecek yeni alanlar bulmak amacıyla ve zenginler kulübü toplantılarındaki paylaşım anlaşmaları için harcadıkları paranın dörtte birini yoksulluğa karşı ve doğanın korunması adına harcasalar, bu rapordaki kaygıları ve raporun merkezindeki Afrika’nın önemli bir sorunu çözümlenmiş olmaz mıydı? Bunun ötesinde BMKP’nin sonsözü “zengin ülkeler sorumluluk üstlenmeli” ifadesi, anlamsız ve içi boş olmaktan uzaklaşmaz mıydı?

***

BMKP sorunlara dikkat çekerken, özeleştiri yapmayı, diğer tüm egemen güçler gibi unutmuşa benziyor. Dolayısıyla BMKP, düzenlediği / düzenleyeceği toplantılarda kesin, etkin ve kalıcı yaptırımların kapısını aralayamadığı sürece söz ve edimleri de, vicdan rahatlatıcı temenniler olmanın ilerisine geçemeyecek.

Afrika ise bu anlamda, her zaman yaşadıklarıyla yüz yüze kalmaya devam edecek…

25 Kasım 2007 Pazar

YENİ YÜZYILIN TOPLAMA KAMPLARI
ALİ BULUNMAZ

Von Hayek’in “bir gücü sınırlayamazsak, o gücün kötüye kullanımını da önleyemeyiz” sözü, 21. yüzyılda varlığını küçük biçim değişiklikleriyle sürdüren toplama kamplarının kuruluş gerekçesini de anlatıyor sanki.

Uluslararası Af Örgütü Amnesty International, Afganistan’daki Uluslararası Destek Gücü’nün (ISAF), yerel yetkililere teslim ettiği esir ve tutuklulara uygulanan işkencelerden ötürü, eleştiri dozu yüksek bir açıklama yaptı. ISAF tarafından yakalanan ve terör suçlusu olduğu iddiasıyla, Afgan gizli servisine teslim edilen kişilerin işkence gördüğü ve kötü muameleyle yüz yüze kaldığı, yine aynı kuruluş tarafından rapor edildi. Üstelik rapora konu olan bilgiler, ISAF’ta görevli yüksek rütbeli Alman komutanı tarafından da doğrulandı.

General Egon Ramms, Afgan gizli servisinin teslim aldığı kişilere yönelik işkence ve kötü muamelenin, iddia olmanın ötesine geçtiğini; buna Kanada birliğinin tanık olduğunu açıkladı. NATO Sözcüsü James Appathurai ise, “ellerinde bu konuyla ilgili bilgi olmadığını” açıklamıştı. Ancak Kabil hükümetinin, ABD’nin desteği ve teşviki ile tutuklulara uyguladığı işkencelerin tanıklarından biri olan General Ramms, söz konusu edimler noktasında “Kabil yönetiminin uyarılması ve hatta yaptırımlarla karşı karşıya kalması gerektiğini” belirtti.

***

Afganistan’da yaşanan bu gelişmeler akla, daha önce sık sık kamuoyunun dikkatlerine sunulan diğer toplama kampları ile tutuklulara sistematik işkence uygulanan merkezleri getiriyor. Örneğin 11 Eylül’den sonra işkenceler ve CIA’nın esir uçuşlarının son durağı oluşuyla ünlenen Küba’daki Guantanamo üssü ve Irak’taki Ebu Gureyb hapishanesi bunlardan yalnızca ikisi. Bu merkezler, aynı zamanda uygulamalar açısından da benzerlikler taşıyor. Buralardaki bazı işkenceler ise tekme ve sopalarla dayak, kelepçelerle ve gözleri bağlı olarak saatlerce ayakta tutma, esir ve tutukluların üstüne köpek salma, mahkûmların önünde fahişeleri soyma, tutukluları sürekli yanan ışık altında bekletme ve çok yüksek sesle müzik dinletme biçiminde sıralanabilir.

***

Afganistan’da ABD desteğiyle Afgan gizli servisinin kurduğu kamp ile Guantanamo ve Ebu Gureyb’deki, uluslararası sözleşme ve evrensel insan hakları kurallarını çiğneyen merkezler, tek bir şeyi imliyor: Sınırsız gücün, insan benliğini örseleyen ve yok eden; onu, hakları ve onurundan sıyıran toplama kamplarının düşünsel arkaplanını.

Bugün, sözü geçen merkezler yeni yüzyılın utanç mekanları olarak insanlığın önünde bir duvar gibi yükseliyor. Bir anlamda buralar, insanın onur ile değerini silikleştiren ve sınırlanamayan gücün her an istediğini özgürce yapabildiği alanlar şeklinde geleceğe taşınıyor.

Ama bu belirlemeler, tanıklık ve gösterilen tepkiler, adı geçen toplama kamplarına gizli servis uçaklarının “esir” ve “suçlu” taşınmasına; onların işkenceden geçirilip insan onuru kavramından bi haber hale getirilmesi ve haklarının çiğnenişine engel olmaya yetmiyor.

Bir başka deyişle, gerçek savaş suçluları ve toplama kamplarının gerçek sorumluları, dünyanın gözleri önünde yargılanmadıkça, tüm bunlara engel olunamayacağı ya da adaletin yerini bulmayacağının da bilinmesi gerekiyor.

Ancak bu da –şimdilik- bir 21. yüzyıl ütopyası olarak karşımızda duruyor…

23 Kasım 2007 Cuma

BASRA’DA KADIN OLMAK
ALİ BULUNMAZ

ABD’nin medya devlerinden Ruphert Murdoch, Avustralya’nın Irak’tan asker çekme tasarısı karşısında “Afganistan ve Irak’ta savaşı neredeyse kazandık; Avustralya’nın her iki ülkede bulunan az sayıdaki askerini geri çektiğini görmekten nefret ederim” biçiminde bir açıklama yaptı.

Murdoch, 200 gazeteye ve 35 televizyon kanalına sahip. Bu güçle, ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerine arka çıkarken, yenileri için de alabildiğine çalışıyor.

Murdoch, “Irak ABD için bataklık mı?” sorusunu yanıtlamak yerine, bu bataklığın daha da genişletilmesi gerektiğini savunuyor.

“Özgürleştirme” ve “demokratikleştirme” amacıyla girilen Irak’ta, bugün insan hakları ihlalleri en uç noktalara ulaşmış durumda. Bunun önemli örneklerinden biri, Basra’da günden güne güçlenen dinci-şeriatçı akımların, kadınlara uyguladığı şiddet.

Basra’da makyaj yapan ve başı açık gezen kadınlara yönelik şiddet, giderek cinayetlere dönüşüyor. Sokaklarda “örtünün ya da cezalandırılın” türünden tehdit yazıları bulunuyor. Kadınlara yönelik bu baskı ve tehditler, başta Basra olmak üzere Irak’ta, köktendinciliğin yükselişe geçtiğini gösteriyor.

Dolayısıyla bundan yine en çok kadınlar zararlı çıkıyor. Kendilerine yönelik ayrımcılık ve şiddet, her geçen gün artıyor. Bir anlamda, Basra’da kadın olmak gittikçe güçleşiyor.

Afganistan’da Taliban, Irak’ta El Kaide ve yandaş grupları ile bunlardan başka, yine dinci Şii militanlar ağırlığını hissettiriyor. Kadınlar da bu baskı altında eziliyor; şiddete uğruyor ve öldürülüyor. Murdoch, bu konu hakkında ne düşünüyor?

ABD’nin marifetlerinden doğan bu gerçekleri Murdoch, acaba gazete ve televizyonlarında, neden-sonuç ilişkisini dikkate alarak yayımlayabiliyor mu?

19 Kasım 2007 Pazartesi

UZAK GELECEĞİN YAKINLIĞI
ALİ BULUNMAZ

Geçtiğimiz hafta, Karadeniz’de birbiri ardına meydana gelen gemi kazalarında, tonlarca petrol ve sülfür denize karıştı. Uzmanlar, bu felaketlerin boyutunu anlamanın ve etkilerini hissetmenin yıllar alabileceğini; bölgedeki doğal yaşamın ise bundan en çok zarar göreceğini ifade ediyor. Peki, bu felaketlerin sorumlusu kim? Bu, aynı zamanda bir katliam değil mi; doğayı katleden insanın elinden çıkma bir cinayet?

***

“Center for Global Development” adlı düşünce kuruluşunun yayımladığı “karbon salınımı raporu”nu, İspanya’nın Valencia kentinde toplanan BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli bağlamında bir araya gelen bilim insanlarının yayımladığı rapor izledi.

“Center for Global Development”ın raporuna göre karbon salınımında ilk beş sırayı ABD, Çin, Rusya, Hindistan ve Japonya alıyor. Kişi başına düşen karbon salınımında ise Avustralya, ABD, İngiltere, Çin ve Hindistan başı çekiyor.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli sonrası yayımlanan rapor ise, dünyanın ve dolayısıyla insanoğlunun geleceğine ilişkin endişe verici belirlemeler içeriyor. Buna göre “denizlerin su seviyesinin 0.4 ila 1.4 metre yükselmesinden” tutun da, “sıcaklığın 1.1 ila 1.4 derece artmasına, yağmur suyuyla sulanan tarım arazilerinden sağlanan ürün miktarının yarıya inmesine; 75 ila 250 milyon insanın temiz su kaynaklarına ulaşamamasına, tropik fırtınaların sayısının artmasına ve buzulların yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına” dek, bir dizi olayın insanlığı beklediğini ortaya koyuyor.

BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, raporun yayımlanmasıyla politikacılara “acil eylem” çağrısı yaptı. Fakat bu çağrının, benzerleri gibi havada kalacağı ve salt görev gereği ifade edilmiş bir temenni niteliğinde değerlendirileceği açık değil mi?

Moon’un çağrı yaptığı politikacıların, doğaya ve doğal hayata duyarsız çokuluslu şirketlerle bağlaşıklığı ve kirli çıkar ilişkileri, söz konusu “eylem” isteğini örselemiyor mu? Bugün küresel petrol, altın ve maden avcıları; karbon salınımının azaltılması konusunda hiçbir edimde bulunmayan çokuluslu şirketlerin baronları, politikacılarla işbirliği içinde değil mi? O halde Moon’un çağrısı, yalnızca tutanaklarda kendine yer bulan / bulacak bir ifadeden öteye geçemiyor / geçemeyecek.

***

İnsanoğlu bugün doğayı, yaşama alanı haline getirdiği çevreye dönüştürüp; onu da alabildiğine tahrip ederek, kendi sonunu hazırlıyor. Bunun yanında, çokuluslu şirketlerle politikacılar arasında sürüp giden kirli çıkar ilişkileri de günümüzde, doğa için bir şeyler yapma çabasındakileri çoğunlukla “öteki / marjinal” etiketlendirmesiyle yüz yüze bırakıyor.

Sonuçta, küresel ısınma ve doğal hayat ile kayakların tükenişi, tüm çaba ve uyarılara karşın, uzak geleceği gerçekleri olarak görülüyor. Bir bakıma sorumluluklar kabullenilmiyor ve yerine –olması gerektiği gibi- getirilmiyor.

Fakat dünyanın ve kendisinin sonunu bu denli hızlı biçimde hazırlayan insanoğlu için, yaşanacak dev sorunlar o kadar uzakta mı? Yaşananlar ve rakamlar, her şeyi bütün çıplaklığı ve ağırlığıyla ortaya saçıyor…

16 Kasım 2007 Cuma

DOĞA İNSAN İÇİN DEĞİLDİR (*)
ALİ BULUNMAZ

“Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı / ya dünyamıza inecek ölüm...” Stronsium 90 adlı şiirinde, geleceğe böyle sesleniyordu Nazım Hikmet. İnsanoğlu, doğayı zapturapt altına alma çalışmalarına başladığından beri onu, keşif ve icat ettiği her şeyi denediği kocaman bir laboratuara dönüştürdü. Aynı zamanda, gelişen teknoloji ve hızlı sanayileşmeye ek olarak; tüketim çılgınlığı bugün dünyayı geniş ölçekli bir risk ortamıyla baş başa bıraktı.

Anthonny Giddens’ın deyişiyle, günümüzde insanoğlu ile çevrenin ilişkisinde önemli değişiklikler yaşandı; ona göre bu doğa, “yaratılmış” (: toplumsallaştırılmış) bir doğadır. Nükleer enerjinin tehlikeleri, sera etkisi, buzulların erimesi, yağmur ormanlarının yok olması; bir diğer deyişle ekolojik tehlikelerin çeşitliliği Giddens’a göre, “doğanın insan elinden çıkma bilgi sistemleriyle dönüştürülmesinden” kaynaklanmaktadır.

Dominique Simonet ise, dünyanın temelde “iki kutba” ayrılmasının (: “tüketen, zengin ve çevreyi kirletenlerle; yoksul ve bu çevre kirliliğinin etkilerini en çok hissedenler”); Batılı ülkelerin bilerek yarattıkları bir durum olduğunu dile getirir. Bununla birlikte yoğun sanayileşme hamleleri, teknik altyapının göz ardı edilmesi ve insanın doğadan kopması / koparılmasından dolayı Simonet, doğayı “hasta” olarak niteler.

2 Şubat’ta [2007] açıklanan BM İklim Raporu da konulan bu teşhis(ler)le beraber, hastalığı ve nedenlerini daha gür sesle betimledi. Raporun açıklanmasıyla ortalama sıcaklığın artışı, okyanusların yükselmesi, kuraklık ve kasırgalar, buzulların yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olması, pek çok kıyı ülkesinin sular altında kalma riski gibi, bir dizi felaketin (felaketler bütününün) insanoğlunu beklediği görüldü. Evet, bunların bir felaket olduğu tartışmasız; çünkü yaşanan / yaşanması muhtemel olumsuzluklar (Rapor’da da belirtildiği gibi “yüzde 90 oranında”) insan elinden çıkma!

BM İklim Raporu aslında bildiğimizden farklı şeyler söylemiyor, ancak yaşananları / yaşanacakları biraz daha yüksek sesle ifade etmesi bakımından önem taşıyor. İklim değişikliklerine yol açan etkenleri azaltmak (veya çoğaltmak!) insanın elinde. Yapılacaklar son derece basit; bireysel, yerel ve evrensel anlamda önlem paketleri mevcut: Elektronik eşyaların kullanımından suyun tüketimine, toplu taşıma araçlarının tercih edilmesinden cam malzemelerin plastiklere oranla yaygınlaştırılmasına kadar pek çok tedbir bulunuyor. Tüm bunların yanında, uluslararası anlaşmalara uymayanlara (başta Kyoto Protokolü’nü imzalamayan ABD, Çin, Hindistan, Rusya, Avustralya, Kanada, Almanya, Fransa, İtalya... gibi ülkelere) karşı, yaptırımların yürürlüğe konmasını sağlayacak düzenlemelerin (özellikle çevre örgütleri ve sivil baskılarla) gerçekleştirilmesi (: ki bu da şu anda bir 21. yüzyıl ütopyasıdır) zorunlu gözüküyor. Aynı zamanda petrol ve nükleer enerji yerine, yenilenebilir enerji (örneğin güneş enerjisi) kullanımının acilen yaygınlaştırılması ve bu yönde altyapı çalışmalarına hız verilmesi gerekiyor.

İnsan bugün tükettiği ölçüde varolabiliyor / ona bu öğütleniyor. Her türlü tutku, eğlence ve yaşam düzeyi “tüketim kültürü”ne (: bilinçsiz ve ölçüsüz tüketime) göre oluşturuluyor. Bu arada insan, ürünlerle beraber, kendini ve çevreyi de büyük bir hızla tüketmeye devam ediyor. Bu bağlamda BM’nin İklim Raporu, doğanın hoyratça tüketilmesinin yarattığı / yaratacağı sonuçları gözler önüne seriyor.

Aslına bakılırsa, bu rapordan rakamların, geleceğe dönük tahminlerin ve felaket senaryolarının ötesinde çok daha çarpıcı bir sonuç çıkarılmalı. Küresel ısınma ve buna bağlı iklim değişiklikleri, kimsenin elinin tersiyle itemeyeceği bir gerçeği ortaya koyuyor; o da, tüm bunların bir varoluş sorununa atıf yapması. İnsan bugün önemli bir seçim yapmak durumunda: Ya şimdiye kadarki gibi (: “doğa insan içindir” şiarıyla, onu yok etmeyi sürdürerek) yaşamını “devam ettirecek” ya da bir an evvel türünün ve ekosistemin varlığının devamına yönelik (“insanın doğa ile bir arada olduğunu / olması gerektiğini” unutmadan) bir yol haritası çizmeye koyulacak. Özgürce seçim yapması bakımından, tek / özel olan insan; bu bağlamda ifade edilen seçimi de hür bir şekilde yapacak...

(*) Radikal, 26.02.2007

12 Kasım 2007 Pazartesi

İNSAN DEĞERLİ Mİ?
ALİ BULUNMAZ

Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de, Jokela Lisesi öğrencisi Pekka-Eric, 7 Kasım’da silahıyla yedi arkadaşını katledince, ülkede büyük bir şok yaşandı.

Bu tür katliamların sık sık yaşandığı ABD’nin aksine, daha sessiz sakin görünen Kuzey Avrupa ülkeleri, şimdi Finlandiya’daki dehşeti sorguluyor. İsveç Kralı Gustaf, olay karşısında “bunlar yayılmaya başladı, çok şaşırtıcı” ifadelerini kullandı. Ancak bunda şaşılacak bir yanın olmadığı da gerçek.

Öncelikle bilgi ve özellikle iletişim teknolojilerinin son hızla geliştiği bir çağdayız. Salt bu bile, sözü geçen katliamların hemen, dünyanın her yerine ulaşmasını, sahiplenilmesini ve buna eğilimli kişilerin arşivlerinde yer almasını sağlıyor. Özellikle internet bağımlılığı ve sanal dünya ile gerçeğinin yer değiştirişinin hâkim olduğu günümüzde, bu tür cinayetler bir domino etkisi yaratarak yol alıyor. Peki, sadece bu mu?

Daha önemlisi, inanın değeri ile ilgili zemin kaymasının doğurduğu ürkütücü tablo. Bugün insan denildiğinde, akla homo economicus geliyor. Bir başka deyişle, merkezde insan değil; üreten ve daha çok tüketen / tüketmeye eğilimli hale getirilen, ekonomik ilişkiler ağındaki “özne” (:daha doğru deyişle nesne) bulunuyor. Her şey buna göre konumlanıyor. Dolayısıyla insanın kendini “gerçekleştirme” ve yaşamını “anlamlandırmasının” yolu, tüketimin daha ağır bastığı, üretim-tüketim bileşiminden geçiyor. Sonuçta değerleri ve insanın değerini tüketen insan, bir noktadan sonra kendini yok etmeye yöneliyor.

11 Kasım günkü Cumhuriyet’te Osman İkiz, İsveçli kriminolog Jerzy Sarnecki’den konuya ilişkin çeşitli saptamalar aktardı. Tüm dünyada olduğu gibi, Kuzey ülkelerinde de “ekonominin insan merkezli olma durumundan uzaklaştığını” belirten Sarnecki, eski modelin “insanın mutlu olmasına, çocukların iyi eğitim görmesine, yaşlıların iyi bakılmasına, emeklilerin insanca yaşamasına” olanak verdiğini ifade ediyordu.

Günümüzde ise bu terk edildi, ekonomi başat hale geldi. Sarnecki’ye kulak verelim:

“Bütün politikalar ekonomik büyüme endeksli, insan sadece vergi mükellefi ve tüketici. Böyle bir toplum, ancak vahşet doğurur. İşsizlik arttıkça, adalet yara aldıkça, sınıf farklılıkları derinleştikçe, toplum dışına itilenler çoğaldıkça, cinnet getirenler de artacaktır.”

***

Finlandiya’daki olayı ya da ABD’de daha önce yaşanan “okul katliamlarını”, cinnet diyerek işin içinden sıyrılmak o kadar kolay mı? Sernecki, yukarıdaki ifadeleriyle bunun böyle olmadığını gösteriyor. Sorun, bugün insanın değerinin sadece ekonomik göstergelere indirgenip indirgenemeyeceği.

Dünyanın dört bir yanındaki işgal ve süren çatışmaların gerçek nedeni ne? İnsan neden değersizleştiriliyor? Bu temel sorulara yanıtlar buldukça, cinnet ve katliamlara şaşırmaktan vazgeçeceğiz yavaş yavaş.

Aynı zamanda alışmaktan da…

9 Kasım 2007 Cuma

PAKİSTAN VE ABD
ALİ BULUNMAZ

Pakistan, Devlet ve Genelkurmay Başkanı Pervez Müşerref’in yönetime el koyup, demokrasiyi askıya alışı nedeniyle sarsılıyor. Müşerref, olağanüstü halin “radikal dincilerin faaliyetlerini arttırması ve yargıçların yönetime engeller çıkarması”na ilişkin olarak ilan edildiğini duyursa da, buz dağının altında önemli ayrıntılar yatıyor.

Pakistan Anayasa Mahkemesi’nin 2001 seçimlerine yönelik hile iddialarıyla ilgili kararını açıklaması öncesinde Müşerref’in ilan ettiği olağanüstü hal, bu yüzden farklı bir anlam kazanıyor. Keza, ilk olarak Anayasa Mahkemesi’nin askerlerce kuşatılması ve Mahkeme’ye Müşerref’e yakın bir isim atanması, gerçek hedefin ne / neresi olduğunu gösteriyor.

2001 seçimleri sonrasında gündeme gelen hile iddiaları, Anayasa Mahkemesi’nin inceleme başlatmasına neden olmuş; 5 Kasım’da açıklanması beklenen karar arifesi Müşerref, ülkeye dönen Benazir Butto’ya yönelik suikast girişimini de maske gibi kullanarak, olağanüstü hal ilan etmişti.

Ancak Müşerref, bu eyleminin ardından ekranlara çıkıp “yargıçlar, karışılmaması gereken işlere burnunu sokuyordu; böylece hem hükümeti kilitliyor hem de terörle mücadeleye zarar veriyordu” açıklamasını yapıp, muhalifler ile yargıç ve avukatları hapse atınca, iktidar mücadelesine ilişkin amaç ortaya çıktı. Olağanüstü hali protesto gösterisi öncesi, Butto’nun ev hapsine alınması da, Müşerref’in iktidar mücadelesini destekler nitelikte.

Bununla birlikte medyaya da kendisi ile ilgili muhalif yayın yapılmasını yasaklayan Müşerref’e, gerek ülke içinden gerekse dışından tepkiler gelmeye başladı. Örneğin Pakistan asıllı yazar Tarık Ali, Müşerref’in ilan ettiği olağanüstü hali “aynı sonucu almak için dozu sürekli arttırılan bir antibiyotiğe” benzetiyor. Ali, Müşerref’in iktidarını “ordu ile sınırlı” görürken, “darbe içinde darbe yaptığını” da ekliyor.

ABD ile İngiltere ise Müşerref’e, “demokrasiye dönüş ve seçimlerin tasarlanan tarihte yapılması” konusunda uyarılarda bulundu. Bunun üzerine Müşerref, “yasama, yargı ve yürütme dengesinin sağlanmasıyla, Genelkurmay Başkanlığı görevini bırakacağını” duyurdu.

Tüm bunlar olurken ABD Başkanı Bush’un, “Pakistan’la terörle mücadelede bir arada çalışmaya devam etmek istiyoruz” açıklaması, Müşerref olsun ya da olmasın, ABD’nin bu ülkeye duyduğu “ihtiyacı” ortaya koydu. ABD’nin Afganistan’daki varlığı ve El Kaide’ye karşı yürüttüğü “mücadele”, Çin’i denetleme isteği ve İran’a yönelik harekât için Pakistan’a gereksinim duyduğu bir gerçek. Bundan dolayı, ABD’nin Pakistan’a (göstermelik olanlar hariç), kapsamlı yaptırımlar uygulaması pek olası değil.

Bu anlamda ABD, Pakistan’daki gelişmeleri dikkatle izlerken; kendisinin bölgedeki çıkarlarını etkileyecek bir gelişmeye, özellikle bu sıcak ortamda, nereye ve ne kadar izin vereceğini ise zaman gösterecek.

5 Kasım 2007 Pazartesi

ŞEFFAFLIK VE GÜVEN ORTAMI MI?
ALİ BULUNMAZ

BM Genel Kurulu Silahsızlanma Komisyonu’nda ABD, İngiltere ve Fransa’nın muhalefetine rağmen, nükleer silahların her an kullanılabilir olma durumundan çıkarılmasına yönelik karar tasarısı kabul edildi. Söz konusu tasarı, adı geçen üç ülkenin “hayır” oyuna karşılık; 124 oyla komisyonda kabul edildi. Çin’in de aralarında bulunduğu 34 ülke çekimser kaldı.

Soğuk Savaş döneminin bir belirleyicisi olan nükleer silahların her an kullanıma hazır bulunması, tasarıdaki ifadelere göre SSCB’nin yıkılmasıyla işlevini yitirdi. Metinde, 1990’larla başlayan “şeffaflık ve güven ortamına” atıf yapılırken, “birkaç bin nükleer silahın fırlatılmak üzere hazır bekletilmesi”nin kaygı yarattığı da vurgulandı.

Bir başka deyişle, bu tasarıyla nükleer silahsızlanma, barış ve güven ortamının önemine dikkat çekiliyor. Fakat ABD, İngiltere ve Fransa’nın “hayır” oyu, İran’a nükleer silah ürettiği gerekçesiyle sert yaptırımlar uygulanmasının düşünüldüğü bugünlerde, başka kuşku ve soruları gündeme getiriyor.

Bu kuşku ve soruların merkezinde ise, tasarıda atıf yapılan “şeffaflık ve güven ortamı” ifadesi bulunuyor. İran’ın nükleer faaliyetlerinin “şeffaflıktan uzak olduğunu” belirten ABD, bu bağlamda hem AB hem de bölge ülkelerini İran’a uygulanacak yaptırımlar ile ilgili ikna etmeye çabalıyor. Ancak tam da bu noktada şu soru sorulmalı: ABD, Fransa, İngiltere, İsrail nükleer çalışmalarını şeffaf mı yürütüyor? ABD’nin nükleer altyapı anlaşması imzaladığı ve tesisler kurmasına izin verilen Hindistan şeffaf mı? Ya da Hindistan’ın komşusu Pakistan?

Elbette bu ülkeler ABD ile birlikte hareket ettiği, onun Ortadoğu ve dünya politikalarına destek verdiği için, İran’a uygulanan / uygulanmaya çalışılan yaptırım ve denetimlerden muaf tutuluyor. ABD, İsrail, Fransa ve İngiltere ile Hindistan ve Pakistan’ın elindeki gizli ve açık silahlar tehlike oluşturmuyor! Ancak BOP bağlamında yeni hedef tahtası İran, ABD ve ortaklarının haydutluklarıyla karşılaşıyor.

Eğer bir nükleer silahsızlanma tasarısı hazırlanıyor ve buna uyulması isteniyorsa, bu tüm devletler için geçerli olmalıdır. Aksi takdirde, emperyalist çıkarlar doğrultusunda çizilen “şer eksenleri” ya da oluşturulan “haydut devlet” söylemleri, en az nükleer silahlar kadar yıkıcı sonuçlar doğuracaktır.

Bu yüzden şeffaflık ve güven ortamı, tüm dünya için bağlayıcı olan / olması gereken bir sorun biçiminde insanlığın karşısında durmaktadır. Dolayısıyla uluslararası sözleşme ve kurallar, ayrım olmaksızın her devlet için geçerlilik kazanmalıdır, şimdiki duruma bakıldığında ne kadar imkansız gibi görünse de...

2 Kasım 2007 Cuma

DOKUNULMAZLAR…
ALİ BULUNMAZ

Geçenlerde elindeki kırmızı boyayla ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın karşısına geçip “elinizde milyonlarca Iraklının kanı var, savaş suçlususunuz” diyen protestocu Desiree Fairooz haklı değil mi?

Bush, Rice, Cheney, Blair, Rumsfeld ve yol arkadaşları savaş suçlusu kapsamına alınamaz mı? Bu çok zor. Çünkü önce şunun yanıtını bulmak gerekiyor: Onları kim resmen suçlu ilan edecek?

Irak’ta 2003’ten bu yana öldürülen, kaybedilen ve işkenceden geçirilenlerin sayısını kestirmek güç. Kimi kaynaklar 1 milyon ölü, aynı sayıda kayıp diyor, resmi kaynaklar ise 800 bin ölüden bahsediyor. Sayılar birbirine geçiyor, anlamsızlaşıyor. ABD’nin öncülüğündeki terör ise sürüyor. Irak’ta terör estiren yalnızca ABD ve müttefiklerinin orduları da değil. Son günlerin manşetlerini oluşturan özel güvenlik şirketleri de kıyımdan nemalananlar arasında.

Özellikle 17 Iraklı sivili öldürüşü ile “ünlenen” Blackwater çalışanları için ABD Dışişleri Bakanlığı “kısmi dokunulmazlık” önerisi getirdi. New York Times tarafından dünyaya duyurulan bu öneride, herhangi bir eylemden dolayı yargılanmaları engellenecek olan Blackwater çalışanları, bir bakıma diplomatik dokunulmazlık zırhına büründürülmeye çalışılıyor.

17 sivilin öldürülmesi ile ilgili yürütülen soruşturmada Blackwater çalışanları, bu dokunulmazlıklarını gerekçe göstererek FBI yetkililerine “bilgi veremeyeceklerini” ifade etti. Yalnızca bu bile, ABD’nin hukuk tanımazlığı nasıl da benimsediğini göstermeye yetiyor.

Irak işgali öncesinde Bush ve ekibinin ağzından düşmeyen süslü “demokrasi”, “özgürlük”, “adalet” ile “hak ve hukuk” gibi sözler de anlamsız birer kelimeye dönüşmüş oluyor böylelikle.

Evet, ABD ve müttefiklerinin eli gerçekten de Iraklıların kanlarıyla bezenmiş durumda. Ama sözü geçen savaş suçluları, yeni işgal ve kıyımları meşrulaştırmak; dokunulmazlıklarını pekiştirmek için kendilerince boyadıkları sözcükleri ağızlarından yine eksik etmiyor…

29 Ekim 2007 Pazartesi

SİLAH ŞİRKETLERİNİN KARARI
ALİ BULUNMAZ

Ekim ayı ortalarında Londra’da, Afganistan gazilerinin yalnızca bir kişi tarafından izlenen geçit töreninin fotoğrafı, İngiliz basını tarafından tüm dünyaya geçildi. Bu törenin ardından, Savunma Bakanlığı kamuoyuna “ülkeleri için hayatını tehlikeye atan askerlerimize biraz zaman ayırıp onları karşılayabilirdiniz” biçiminde, sitem dolu bir açıklama yaptı. “Ülkeleri için” burada önemli bir ifade, çünkü gerek Afganistan gerekse Irak işgallerinin ne kadar “haklı” olduğunu tartışmak bile akıl dışı. Bölüğün geçişini izleyen tek İngiliz’in yer aldığı kare, bunu anlatmaya yetiyor.

“Terörle mücadele”, “Ortadoğu’yu özgürleştirme ve demokratikleştirme” çabasında ABD’nin yanında yer alan İngiltere’de, Somme Piyade Bölüğü’nün karşılaştığı manzara, özellikle Irak çıkmazından sonra, halkın yaşananlara bakışını simgeliyordu. Aynı şekilde madalyonun diğer yüzünde, 27 Ekim’de ABD’nin birçok eyaletinde düzenlenen geniş katılımlı protesto gösterileri de, 11 Eylül sonrası işgal politikalarına bakışı yansıtıyordu. Peki, bugün ısıtılan İran müdahalesinin ve BOP aracılığıyla, ABD’nin dünyada yapmayı tasarladığı “yeni düzenlemelerin” en büyük destekçileri kim olabilir?

***

Yapılan pek çok araştırma 11 Eylül’ün, özellikle silah sektörü bağlamında, piyasaları hareketlendirdiğini gösteriyor. Afganistan ve Irak işgalleri silah tacirleri ve çokuluslu silah şirketlerinin kasasını doldurmuş durumda. Ama bu, onlar için elbette yeterli değil; yeni işgaller ve savaşlar gerekiyor. Tacirler ve şirketler, bir yandan mevcut “durumdan” yararlanıyor öte yandan da taze işgaller için desteklerini sürdürüyor.

Bunun en son örneği, başkanlık seçiminin yaklaştığı ABD’de yaşandı. Ülkenin önde gelen silah şirketleri, ihalelerinin devamı; dolayısıyla kazançlarının istikrarı için, en uygun adayı bulmaya çabalıyor.

ABD’nin kalburüstü silah şirketleri olan General Dynamics, Boeing, Lockheed Martin, Demokrat Parti adayları için kesenin ağzını açtı. ABD’deki uzmanlar ise bu durumu, “2008 ve sonrası için silah şirketlerinin Demokratlardan beklentilerinin yüksek olduğu” şeklinde yorumluyor.

Bu beklentiye yanıt veren bir başka gelişme ise, başkan adaylarından Demokrat Senatör Hillary Clinton’ın, Silahlı Kuvvetler Komitesi’nde yer alması ve İran’a askeri harekâtı ateşli şekilde savunması. Clinton’ın bu tavrı, diğer adaylar arasından sıyrılma olasılığını güçlendiriyor.

ABD’nin BOP ile başlattığı, dönüştürme ve hizaya getirme koşusunun, Afganistan ve Irak’tan sonraki durağının İran olacağı artık açık seçik konuşuluyor. Ancak İran’dan sonra sıranın kime / kimlere geleceği tam anlamıyla belli değil. Suriye’nin adı geçiyor, ama bu şimdilik pek dillendirilmiyor.

Silah şirketleri, Demokratlardan yeni işgaller ve bu işgaller için gerçekleşecek ihaleler konusunda umutlu. Sıranın hangi ülkede / ülkelerde olacağı ise o kadar önemli değil. Başlıca beklenti, şirketlerinin istikrarı. Bu nedenle, bu kez Demokratların seçim kampanyalarını destekliyorlar büyük oranda.

Bir başka deyişle, ABD kökenli çokuluslu silah şirketleri, dünyanın geri kalanında yeni işgal hedefleri belirleyecek başkanın seçimini, kendi çıkarları ve ABD’nin “çıkarları” doğrultusunda fonlamayı son sürat sürdürüyor. ABD’de silah lordları, geleceğin çatışma ve işgallerinin önderinin kim olacağı konusunda, hiç de göz ardı edilmemesi gereken desteğini, dünyanın gözleri önüne seriyor.

Bu arada masum insanlar, lordların pazarladıkları silahlarla, dünyanın dört bir yanında ölmeye devam ediyor…

26 Ekim 2007 Cuma

D: HİÇBİRİ
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’nin, yaşanan terör saldırıları sonrasında Kuzey Irak’a girme olasılığının gündeme geldiği bugünlerde, dil sürçmeleri ve gaflarıyla ayrı bir ün kazanan ABD Başkanı Bush’un, gaf olarak değerlendirilebilecek bir açıklamasını hatırlamada yarar var. Bush, “Irak’ın bölünmesine karşı olduğunu” ifade etmişti geçenlerde.

Ancak gerek yakın geçmişte Rice’ın “yeni Ortadoğu” diyerek, sınırları değiştirme anlayışı gerekse ABD Senatosu’nda bağlayıcılığı bulunmayan, ama geleceğe yönelik bir açılım yapılmasını sağlayan Irak’ın üçe bölünmesi ve petrol gelirlerinin Bağdat yönetiminde kalmasına dönük tasarı, Bush’un yukarıdaki açıklamasını “gaf” kapsamına sokmaya yetiyor.

Senato’nun kabul ettiği tasarı, Irak’ı esnek üç federatif bölgeye ayırma üzerine kurulu. Açık açık dillendirilmese de, tasarı el altından kamuoyuna ve dünyaya duyuruluyor.

Bununla birlikte ABD, Irak’ı üçe bölme tasarısını uygun bir dille ve zamanı geldiğinde, BM’ye götürmeye hazırlanıyor. Aynı zamanda, Kuzey Irak’taki etnik dokunun Kürtler lehine dönmesi için toplum mühendisleri, bölgedeki aşiret ve cemaatlerle işbirliği kurmuş durumda.

Bush, “Ortadoğu’ya özgürlük götürmenin en başta ABD olmak üzere, tüm dünyanın çıkarına hizmet ettiğini” savunsa da, bölgedeki federatif yapı adına çalışmalar yürütülmesi ve ABD’nin PKK yakınlaşması, yeni açmazları hatta çıkmazları beraberinde getiriyor.

Kukla Devlet
Irak Başbakan Yardımcısı Berham Salih, 23 Ekim’de yaptığı açıklamada “federal bir devlet yapısının oluşacağı kesin” dedi. Bu açıklama önemli, çünkü kaynağını Kuzey Irak’ın oluşturduğu PKK terörü nedeniyle, Türkiye’nin sınır ötesi operasyon olasılığı bölgesel Kürt yönetimi ve Bağdat yönetiminde tedirginlik yaratıyor. Salih “Irak’ta merkezi yapı son bulmuştur, federal devlet yapısı oluşacaktır” açılımıyla bir anlamda, Türkiye’nin düzenleyeceği operasyonu Irak’taki bölgesel Kürt yönetiminin egemenliğine “saygısızlık” olarak nitelendirme eğiliminde.

Bu arada Hakkâri Dağlıca’daki saldırı sonrasında, ABD’nin Türkiye’yi bir harekât konusunda engellemeye çalışması ve PKK’yi kendisinin vurabileceğini açıklayarak üç seçenek sunması, yeni bir oyalama girişimi gibi görünüyor. Cruise füzeleri kullanarak PKK kamplarını vurmak, aynı kamplara savaş uçaklarıyla hava operasyonu düzenlemek ve özel timlerle kara harekâtı gerçekleştirmek şeklinde sunulan üç seçeneğin, tam anlamıyla hayat bulması pek olası görünmüyor. En azından, ABD’nin PKK’yi kolladığı düşünüldüğünde ve bölgede kukla Kürt devletinin kuruluşuna hız verdiği göz önüne alındığında bu seçenekler zayıflıyor. Bununla beraber, bölgedeki oluşumun alt yapısının (kentsel projeler, eğitim ve sağlık hizmetleri ile lojistik v.b.), ya bizzat ABD ya da ABD’nin taşeronu şirketler tarafından kurulması, kapsamlı bir harekâtın inandırıcılığını kaybettiriyor.

Kısacası ABD, hem kukla Kürt devletinin kuruluşuna ve Irak’ın üçe bölünmesine ön ayak olarak hem de Türkiye’ye “Kuzey Irak’a girmeyin” deyip, öte yandan da “ortak harekat önerisi” getirerek, oyalama siyasetini sürdürüyor. Sonuçta ABD, sunduklarının ötesinde her zamanki gibi bir başka seçeneği cebinde tutuyor: O da hiçbiri

22 Ekim 2007 Pazartesi

BREZİLYA’NIN EN ÇOK SATAN KİTABI…
ALİ BULUNMAZ

İkinci Dünya Savaşı sırasında tüm Avrupa’yı kana bulayan Nazilerin “başvuru” kaynağını, Hitler’in 1924’te hapse girdiği günlerde yazdığı Kavgam oluşturuyordu. Bugün pek çok ülkede, basımı ve satışı yasaklanan kitap, Brezilya’da büyük ilgi görüyor. Kavgam’ın satış rakamlarının en yüksek olduğu şehir ise Sao Paulo.

Brezilya’da Neo-Nazi yanlıları ve Antisemitizm eğiliminin yoğunluğu ise dikkat çekiyor. Hitler ve Nasyonal Sosyalizm’i öven internet sitelerinin çokluğu ile çocuklarına Nazi Almanyasının ünlü figürleri olan Himmler ya da Eichmann’ın isimlerini veren ailelerin fazlalığı da endişe uyandırıyor.

Kimi yetkililer bu durumu, İspanya gibi Antisemitizmin halen yaygın olduğu ülkelerin etkisinde kalınmasıyla ilişkilendirirken, Sao Paulo Üniversitesi’nde görev yapan tarihçi Maria A.T. Carnerio ise, 1930-1945 arasında ülkeyi yöneten diktatör Getulio Vargas’a duyulan saygıya bağlıyor.

Brezilya ve Vargas
1930 darbesiyle iktidarı ele geçiren Vargas, kendi dönemindeki başlıca hedefleri federal devletin güçlendirilmesi ve sanayileşme biçiminde belirlemişti. 1934’te yürürlüğe giren yeni anayasa ile federal devlet, eyaletler karşısında güçlenmeye başladı. 1937’de Vargas yönetimi, tüm demokratik yapıyı ortadan kaldırdı ve otoriter bir yönetim kurdu. Sendikalar ise devletin denetimine girdi, bağımsız örgütlenmeler feshedildi.

Vargas, Gestapo ile yakın ilişkiler kurdu ve Yahudilerin Brezilya’ya girişini yasakladı. O dönem ülkede yaşayan Yahudiler ise Almanya’ya gönderildi. Vargas, 22 Ağustos 1942’de ABD’nin baskısıyla, Almanya ve İtalya’ya savaş ilan etti. Atlas Okyanusu’nun güvenliğinin, müttefik ülkelerce sağlanmasına yardımcı olmanın yanında, Brezilya kuvvetleri 1944’te İtalya’nın Nazi işgalinden kurtarılmasında da belirgin bir katkıda bulunmuştur. Brezilya savaşta, ABD deniz ve hava kuvvetlerine üs kolaylıkları sağlamasının karşılığında, büyük sanayi yatırımları için ABD’den destek almıştır.

***

Şimdilerde, 1942 yılına kadarki Vargas yönetimine hayranlık duyan hatırı sayılır bir kesimin varlığının yanı sıra, kimi resmi yetkililer de diktatöre saygılarını sunuyor. Bunun en önemli örneği, 2003’te Rio’da Vargas için bir anıt dikilmesidir.

Brezilya Devlet Başkanı Lula, 1979’da, “bir devlet adamı değilse bile, bir erkekte hayran olduğum özellikleri var; inandığı değerler adına her şeyi yapabilecek nitelikleri bulunuyor, takdir ettiğim istek, güç ve sadakattir” diyerek Hitler ile ilgili düşüncelerini açıklamıştır.

Şaşırtıcı olan ise, yıllarca sömürge konumunda kalmış, köleleştirilmiş ve dışlanmış bir toplumda, bu ırkçı yapılanmanın halen hayat bulabilmesinden başka bir şey değil…

19 Ekim 2007 Cuma

İRAN’DA GİZLİ İKTİDAR MÜCADELESİ
ALİ BULUNMAZ

Haşimi Rafsancani ismi, İran için ne ifade ediyor?

Geçmişe bakıldığında, bunu görmek mümkün. Ayetullah Humeyni’nin en yakınlarından biri olan Rafsancani, 1979 İran Devrimi sonrası devrim konseyi üyesi, hemen ardından İçişleri Bakanı, daha sonra Meclis Başkanı oldu. 1980-1988 yılları arasındaki İran-Irak Savaşı’nda ordunun komutası ona verildi. 1989’da ise devlet başkanı seçildi ve 1993’te görev süresi 4 yıl daha uzatıldı. Bu süre içinde zenginleşti ve 1 milyar doların üzerinde bir servet edindi.

Şimdilerde Rafsancani’nin yeni bir görevi var: Ülke yönetimindeki seçkin ve etkin 86 din adamının oluşturduğu Uzmanlar Meclisi’nin başkanı. Bu meclis, devrim önderlerini seçmek ve görevden almaya, bu önderlerin karar ve edimlerini denetlemeye kadar önemli yetkilere sahip.

Rafsancani bu göreve seçilir seçilmez, “Uzmanlar Meclisi’ni etkin hale getireceğini” duyurdu. Bu da, Hamaney’in tüm yapıp etmelerinin yakından izleneceği anlamına geliyor. Böylesine bir izlemeyi kapsayacak başlıca yapılar ise yargı, istihbarat birimleri, devrim muhafızları ve ordu.

Sözü geçen açıklamasının İran’da yankı bulması üzerine Rafsancani, Uzmanlar Meclisi ile ilgili basında daha çok haber yer almasını istedi. Aslında bu isteğin altında yatan başlıca olay, Hamaney’in Rafsancani'nin Uzmanlar Meclisi başkanı seçilmesini, İran’daki çeşitli grupların çabaları ve iktidar mücadelesinin bir sonucu olarak gören gazetecilere hakaret etmesiydi. Üstelik Hamaney, bu gazetecileri yabancı gizli servislerle işbirliği yapmakla da suçladı.

Ahmedinecad döneminde kimi zaman gizli kimi zaman da açık şekilde süren iktidar kavgası, bugünlerde Uzmanlar Meclisi üzerinden yürütülüyor. Keza Ahmedinecad’a yakın duran radikaller, Uzmanlar Meclisi seçimi öncesinde Rafsancani’yi yıpratmak için her yolu denemişti. Bunun adına, Rafsancani’nin yayımlanan anılarında yer alan “Humeyni’nin savunduğu ABD karşıtlığından vazgeçme eğilimini” dahi kullanmışlardı. Ancak radikaller seçimi kaybetti.

Rafsancani’nin seçilmesi “ılımlı” muhafazakârlar ve reformcuları harekete geçirdi. Hatta Mart 2008’deki parlamento seçimlerinde radikallerin yenilgiye uğratılmasına dönük olarak çalışmaya gizliden gizliye başladılar. Reformcuların lideri Hatemi, Rafsancani ile eski meclis başkanı Karrubi ittifak kurmuş durumda. Bu birlikteliğin baş amacı ise, Ahmedinecad’ın sert politikalarının yerine, görece daha “ılımlı” bir çizgiye yöneltmek.

Ancak ortada büyük bir sorun var: ABD’nin İran’a yönelik bir harekât başlatması ya da Ahmedinecad muhaliflerinin kıpırdanışlarını arttırması, mevcut yönetimin, sözü geçen yapılanmaya karşı sert önlemler alma olasılığını güçlendiriyor.

ABD ise, Ahmedinecad’ı olabildiğince güçsüz kılma adına her türlü “ılımlı” hareket ile muhalif yapılanmaya arka çıkma ve onları yönlendirmenin yolunu arıyor.

Özetle İran’da, yalnızca içeriden güç almayan / almayacak gibi görünen bir iktidar mücadelesi için saflar belirlenmeye başlıyor.

15 Ekim 2007 Pazartesi

AB, ABD OLUR MU?
ALİ BULUNMAZ

1 Eylül’de Rusya Federasyonu Dış İlişkiler Başdanışmanı Alexandre Dugin’in Cumhuriyet’te yer alan belirlemeleri, yakın zamanda Sarkozy ve Merkel’in, İran ile ilgili sözlerinin altında yatan anlamı açığa vuruyordu.

Söyleşide Dugin, “AB’nin Amerikan yanlısı bir çehreye büründüğünü” vurgulayıp, ekliyordu: “(…) Artık Avrupa’ya, tamamen Amerikan yanlısı Atlantikçi çizgi egemen oldu. Shröder ve Chirac, Avrupa birleşmesini savunuyordu. Merkel ve Sarkozy’nin çizgisi bunun tam tersi.”

Kuruluşundaki temel amaçların barış ve dayanışma olduğu göz önüne alınırsa, bugün AB’nin iki devi Almanya ve Fransa’nın liderleri Merkel ve Sarkozy, AB’yi hem küresel sermayenin bir parçasına dönüştürme yolunda emin adımlarla ilerliyor hem de ABD’nin hizmetinde ve onun kayıtsız müttefiki yapma çabalarını sürdürüyor. Bir başka deyişle Almanya ve Fransa, Truva atı rolü üstlenerek, AB’nin ABD gibi düşünmesi ve eylemesinin “kazancına” atıf yapıyor.

Dünya, İran’a yönelik bir saldırı için zihinsel olarak hazırlanır ve şekillendirilirken, Almanya Başbakanı Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, Dugin’in belirlemelerini doğrulayan çıkışlarda bulundu.

Almanya, İran’ın en önemli ticaret ortaklarının başında geliyor. Bunun yanında Almanya’nın İran’la ilişkilerinin temel noktalarını, İran’ın nükleer programının sivil hale getirilmesine dönük çalışmalar, insan hakları ihlallerinin giderilmesi ve İsrail’e yönelik saldırgan politikanın sonlandırılması ile ekonomi oluşturuyor. Üçüncü nokta için bir ayraç açmak gerekiyor, zira Almanya İran’la kimyasal sanayi ve makine mühendisliği alanlarında sıkı ilişkiler kurmuş durumda. 2006’da Almanya İran’a, 4 milyar euro tutarında ihracat yaptı.

Ancak tüm bu ilişkilere ve ortaklıklara rağmen, Deutsche Bank ve Commerzbank “kar düşüklüğünü” gerekçe göstererek İran’daki faaliyetlerini durdurma kararı aldı. Fakat asıl nedenin, ABD’nin bu yöndeki baskısı olduğu biliniyor. Nerdeyse aynı zamanda Merkel’in, “İran’ın uzlaşmaz tutumunu sürdürmesi halinde daha katı ekonomik yaptırımları destekleyeceklerini” söylemesi, ABD’nin İran’ı çevreleme siyasetine yandaşlığın önemli bir göstergesi.

Fransa ise, Sarkozy’nin Cumhurbaşkanı seçilmesiyle bilindik Ortadoğu politikalarından yeni açılımlara doğru yol almaya başladı. De Gaulle döneminden beri Arap milliyetçiliklerini destekleyen Fransa, Sarkozy ve onun görevlendirdiği Kouchner eliyle, Irak’ın iç işlerine müdahale etmeye başalmış; ABD ve İsrail’e yakın durma eğilimine girmiştir. Fransa Savunma Bakanı Morin “İran’ın nükleer programı Körfez bölgesi için büyük tehdittir” diyerek, ABD çizgisine yakınlığı resmiyete dökmüştür.

2003’te ABD Irak’a girme planlarını açığa vurduğunda AB içinde Almanya ile birlikte Fransa buna şiddetle karşı çıkmıştı. Chirac’ın Bush’a direnişi ve Fransa’nın tarafsız kalma politikası, Sarkozy ile değişikliğe uğradı. Fransa Dışişleri Bakanı Kouchner’in Irak’ı ziyareti, 2007’den itibaren Fransa’nın ABD yanlısı siyasetinin de ilk işareti oldu.

Bunun yanında neredeyse Bush ile aynı kelimeleri kullanan Sarkozy, “uluslararası topluluk Tahran’a karşı sertleşmeli” biçiminde bir açıklama yaptı. Aynı zamanda “BM İran’a karşı daha ağır yaptırımlar için harekete geçmeli; İran’ı ikna edebiliriz fakat bunu başaramazsak, daha sert yaptırımlar gündeme gelmeli” şeklindeki tavrıyla, Fransa’nın İran konusunda izleyeceği siyasetin ip uçlarını verdi.

Irak’ın işgaline karşı çıkan Chirac dönemi Fransası ile Sarkozy Fransası arasındaki farkı belirlemesi açısından turnusol kâğıdı görevi gören İran açılımları; Almanya Başbakanının bunları destekleyen yaklaşımı ve Bush ile kurduğu sıcak ilişkiler, Dugin’in AB, daha doğrusu Fransa-Almanya saptamalarına bire bir uyuyor.

AB’nin iki lokomotifi Almanya ve Fransa, ABD’nin dünyayı birbirine kırdıran sakat politikaları ve edimlerine arka çıkma eğiliminde. Bunun sonuçlarının ise, şimdiden hesaplanabilmesi pek mümkün değil.