26 Mayıs 2008 Pazartesi

KÜÇÜK SAVAŞÇILAR
ALİ BULUNMAZ

Savaş ve çatışmalar, en çok çocukları etkiliyor. En önemli yaraları çocuklarda açıyor. Ruhsal çöküntünün en büyüğünü de yine onlarda yaratıyor.

Bugün dünyanın dört bir yanında süren savaş ve iç çatışmalarda çocuklar ölüyor, sakat kalıyor ve büyük bunalımların içine düşüyor. Ama bundan daha acı olan, savaş ve çatışmalarda çocukların kullanılması. Bir başka deyişle çocuklar, küçük askerler ya da savaşçılar olarak boy gösteriyor.

Çocukların savaştırılması veya çatışma alanlarına sürüklenmesi canlı bir tartışma konusu olmasına rağmen, bugünlerde yeniden gündemin ilk sıralarını meşgul etmeye başladı.

Irak ve kız çocukları
Bu sorunu gündeme getiren ilk ola, Bağdat’ın Yusufiye kasabası yakınlarında yaşanan intihar saldırısı.

8 yaşındaki kız çocuğu, üzerindeki patlayıcılarla gerçekleştirdiği saldırı sonucu, kendisiyle beraber birçok Iraklının ölümüne yol açınca, kız çocuklarının Irak’ta kimi eylemlerde kullanılışı gerçeği bir kez daha gün ışığına çıktı.

Rakamlar endişe verici: 100 binden fazla kız çocuğu ve genç kızın, Irak’ta intihar eylemi ve saldırılarda kullanıldığı belirtiliyor.

Çocuk Hakları ile ilgili çalışmalar yapan İngiliz Plan UK Vakfı, Irak’ta 100 binin üzerinde intihar eylemcisi kız çocuğu bulunduğunu saptadı. Bu çocuklar, önce saldırı ve tecavüze uğruyor, daha sonra çatışma bölgelerinde görevlendiriliyor.

İngiliz Plan UK Vakfı’nın araştırması Irak’la da sınırlı değil. Verilere göre Kongo’da 12 bin 500, Liberya’da 8 bin 500, Uganda’da 6 bin 500, Hindistan’da ise 900 ila 1000 arasında saldırı amacıyla eğitilen kız çocuğu bulunuyor. Genel olarak savaş bölgelerinde, 200 milyon genç kızın çatışma ve intihar eylemlerinde kullanılma olasılığından söz ediliyor.

China Keitetsi…
Bugün kesin olan bir şey varsa, dünya genelinde 18 yaş altı 250 bin çocuk askerin bulunduğu. Özellikle Afrika’daki kabile çatışmaları ve iç savaşlarda, çocukların kullanılması ve silah altına alınması “alışılmış” bir durum.

Onlardan biri de Ugandalı China Keitetsi. Deutsche Welle’den Matthias Bertsch’in haberi, Keitetsi’nin hikâyesini ve yaşadıklarını anlattığı “Gökyüzü ve Yeryüzü Arasındaki Gözyaşları: Yolumun Hayata Geri Dönüşü” başlıklı kitabını dünyaya duyurdu.

Bugün 30 yaşında olan ve Danimarka’da yaşayan Keittetsi ve arkadaşlarının hayatı, oyun oynarken hükümet askerlerini taşıyan kamyonetin, bulundukları bölgeden geçmesiyle değişiyor. Kaçmayı deneseler de, askerlerin eline düşüyorlar.

Bu olayın ertesinde silah altına alınan Keitetsi, üstlerince tacize uğruyor.

Keitetsi, ülkesinde çocukların askerlere hayranlık duyduğunu belirtiyor, bunun nedenini ise “rütbesi yüksek olan çocukların, kendilerinden yaşça büyük ama düşük rütbeli kişilere emir vermesinin ilgi çekici oluşu” şeklinde açıklıyor.

Uganda’da, gece evler basılarak kaçırılan çocuklar arasından 15-17 yaşlarındakiler diğerlerine “olumsuz örnek olmasın ve onları caydırmasın” diye hemen öldürülürken; 8 ila 10 yaşındakiler, daha kolay eğitilebileceği için orduya alınıyor.

Keitetsi, bu cendereden kurtulmuş şanslı çocuklardan sadece biri. Ancak 18 bin ülkede, 250 bin çocuk asker kullanılıyor. Bu çocuklar özellikle, mayın ve patlayıcı yerleştirme gibi işlere zorlanıyor.

Sierra Leone ve İvan…
Keitetsi’ye benzer bir hikâyesi olan çocuklardan biri de Sierra Leone’den İvan.

Üstlerinin kendisine silah ve uyuşturucu verdiğini, soğukkanlılıkla adam öldürdüğünü anlatıyor İvan. İç savaş sırasında “önemli biri” olduğunu daha doğrusu “kendini önemli biri gibi hissettiğini” de ekliyor.

Sierra Leone’deki vahşetin fotoğrafı iç burkan cinsten. İvan, yaptıklarını sıralıyor: “Cinayet, diş sökme, kol-bacak kesme, tecavüz…” İvan’ın yaşadıkları ve yaşattıkları, çocuk asker veya savaşçı gerçeğinin bir ucundan tutmamızı sağlıyor: Çocuklar buralarda “en iyi” savaşçı olarak görülüyor; çünkü cesur ve istekli bir yapıya sahipler.

Onlar için, ülkenin en çalkantılı döneminde yarına dair “umut” savaşmaktı. Şimdi ülkede görece bir barış ortamı hâkim. O zaman kaybedecek bir şeyi olmadığını ve ölmeyeceğini sanan pek çok çocuk savaşçı, bugün ya hayatta değil ya da İvan gibi, mevcut ortama uyum sağlamakta zorlanıyor.

Gerek Irak’ta Yusufiye’de intihar saldırılarında gerekse Uganda’daki Keitetsi ve Sierra Leone’deki İvan gibi orduda; genel olarak 18 bin ülkede kullanılan çocuk askerler veya savaşçılar, önemli bir gerçeği göz önünde bulundurmayı gerektiriyor:

Söz konusu çocuklar, çarpık düzen ve ilişkilerden doğan çatışma ve savaşlardaki bir nesne konumunda…

Ve bilincinde olsa da olmasa da, hepsi kendilerini özne kılacak yardımları bekliyor…

19 Mayıs 2008 Pazartesi

GÜNEY AMERİKA’DAKİ TRUVA ATI: KOLOMBİYA
ALİ BULUNMAZ

Güney Amerika denilince akla askeri cuntalar, bağımsızlık mücadeleleri, komünist örgütlenmeler, halk ayaklanmaları, yoksulluk, uyuşturucu kartelleri, CIA güdümlü askeri darbeler gibi birçok konu geliyor.

Güney Amerika’da 20. yüzyılı, bu gelgitler belirledi. Söz konusu yüzyılın son çeyreğinde ise, yoksulluk ve çokuluslu şirketlerin egemenlik mücadelesi sahne aldı. 21. yüzyılın başında, Güney Amerika’da birbiri ardına iktidara gelen sol partiler IMF, Dünya Bankası, ABD ve çokuluslu şirketlere karşı bir direniş sergiliyor.

Ancak bu direnişte, hiçbir lider ve ülke Chavez ve Venezüela kadar etkin bir rol üstlenmiş değil.

Güney Amerika ve sol
2006’da göreve gelen Şili Devlet Başkanı Bachelet ve 2002’de seçimden zaferle çıkan Brezilya Devlet Başkanı Lula; Venezüela Devlet Başkanı Chavez, Ekvator Devlet Başkanı Correa ve Bolivya Devlet Başkanı Morales’e oranla daha ılımlı bir sol siyaset izliyor. Şimdilerde ikinci gruba Paraguay’da seçimleri kazanan Lugo’yu da eklemek mümkün.

Şili Devlet Başkanı Bachelet, ABD ile dengeli bir politikadan yana. Özellikle serbest piyasa ekonomisini destekleyen icraatları dikkat çeken Bachelet, Bush’un övgüleriyle de karşılaştı.

Brezilya Devlet Başkanı Lula ise, Bachelet’e göre Chavez ve Venezüela’ya daha yakın duruyor. Lula Asıl olarak, arabuluculuk görevleri üstlenmeyi tercih ediyor.

Ekvator Devlet Başkanı Correa, IMF ve ABD politikalarına sert eleştiriler yöneltiyor. Ona göre Güney Amerika ve daha genel anlamda Latin Amerika, Washington’ı dengeleyecek yegâne güç.

Bolivya’da görevdeki Morales ise, Chavez’le beraber ABD’ye karşı en sert muhalefeti yürüten isim. Morales, ABD’nin “uyuşturucu ile mücadele” adı altında yürüttüğü programlara, Güney Amerika’nın istikrar ve birliğini bozacağı gerekçesiyle karşı çıkıyor. Bununla beraber Bolivya’nın doğalgaz kaynaklarını devletleştirerek, ülke zenginliklerinin çokuluslu şirketlerce yağmalanmasının önüne geçiyor.

1998’de göreve gelen Venezüela Devlet Başkanı Chavez ise, ABD’ye karşı en sert ve güçlü muhalefeti yürütüyor. Afganistan ve Irak işgallerine karşı çıkan Chavez, ABD’nin kıtadaki kukla rejimlerinin alternatifi olarak gösteriliyor.

Chavez 1998’den bu yana önemli icraatlara da imza atan bir lider. Yoksul Karayip ve orta Amerika ülkelerine düşük fiyatla petrol satan Chavez, IMF’yi ülkesinden kovdu ve Venezüela'da kişi başına gelirin yükselmesini sağladı. Bunun yanı sıra sosyal politikaların yoksullarla ulaşmasına ön ayak oldu.

Güney Amerika’daki muhalif ittifaka en son Paraguay katıldı. Seçimi kazanan Lugo, “orta sol” hareketiyle ABD karşıtlığına eklemlendi. Eski bir rahip olan Logo, Chavez ve Morales’le arasına belli bir mesafe koysa da, onların sosyal politikalarını benimseyeceğini de açıkladı.

Güney Amerika ve birlik…
Güney Amerika ülkeleri uzun yıllardır yapısal bir birlik oluşturma adına çeşitli çabalar sergiliyor. 90’ların sonu 2000’lerin başında kıtada arka arkaya iktidara gelen sol hareketler, bu birlik çabalarının yeniden ve daha ciddi şekilde dillendirilmesine neden oluyor.

Chavez’in başı çektiği sol iktidarların buluşma noktası küreselleşmeye ve çokuluslu şirket egemenliğine karşıtlık ve devletleştirme olarak belirginleşiyor.

Bu yüzden ABD, AB ve çokuluslu şirketler, yatırımcıların kıtaya gelmekten ürktüğünü belirtiyor. Ancak Güney Amerika’daki sol iktidarlar bu endişelerden öte, kendi halklarının geçmişteki ezilmişliği ve yoksulluğunu giderme peşinde. ABD ise, Güney Amerika’daki sol iktidarların kendi siyasi ve ekonomik çıkarları açısından tehlike oluşturduğu görüşünde.

“Plan Kolombiya”
Güney Amerika’daki sol iktidarların karşısında, Peru ve Kolombiya gibi ABD’nin desteğini alan sağ hükümetler görev başında. Burada Kolombiya’ya özellikle değinmek gerekli.

Kolombiya’da, ABD yanlısı Uribe hükümeti iktidarda. 2006’da yapılan seçimlerde güven tazeleyen Uribe, baskıcı yöntemleriyle dikkat çekiyor. Kolombiya’daki sendikacı, gazeteci ve insan hakları savunucularını hapse atan; muhalifleri ve siyasi rakiplerini de baskı altında tutan bir lider olan Uribe’nin geçmişi de soru işaretleriyle dolu.

90’ların ortalarına kadar, Kolombiya’nın uyuşturucu kartelleriyle işbirliği yapan Uribe’nin gücü, sadece elde ettiği seçim başarısından kaynaklanmıyor. 2000’de “uyuşturucu kaçakçılığı” ve “yasa dışı örgütlerle mücadele” için ABD’nin başlattığı ve para yağdırdığı “Plan Kolombiya” adlı hareket, Uribe’nin iktidarı için de önemli.

“Plan Kolombiya”, ülkedeki uyuşturucu kaçakçılığı ve gerilla hareketini “önlemek” amacıyla tasarlanmış ve hayata geçirilmiş bir girişim. Uribe hükümeti, bu doğrultuda girişimin fikir babası ABD’den para yardımı alıyor.

John Pilger Newstatman’daki 24 Nisan tarihli yazısında, ABD’nin ön ayak olduğu “Plan Kolombiya”nın “Güney Amerika’da bir İsrail yaratma tasarısı” olduğunu vurguluyordu. Buna göre ABD, Kolombiya’ya 6 milyar dolarlık silah, lojistik, özel kuvvet, uçak ve paralı asker yardımı yaptı. Amerikalılar Okulu’nda eğitim gören askerler, işkence teknikleri ve suikastlarla ilgili geniş çaplı bilgi edindi. Bu askerlerin görünürdeki görevi, FARC’ı (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri’ni) yok etmek ve ülkedeki uyuşturucu kartellerini etkisiz hale getirmekti.

Burada FARC için bir parantez açmak zorunlu. Keza bu örgüt, adam kaçırma ve uyuşturucu ticareti gibi yöntemlerle gücünü sınarken, öte taraftan da yandaş toplamaya çalışmakta. ABD ve Uribe hükümeti de bunu, propaganda aracı haline getiriyor. Bir başka deyişle, Güney Amerika’daki devrimci direnişle FARC’ı özdeşleştirme yoluna giderek, söz konusu muhalefete kara çalıyor.

ABD ve Uribe hükümeti, “Plan Kolombiya” ile FARC üzerinden ve Kolombiya’yı merkeze koyarak, Güney Amerika’daki birlik çabalarını bozmaya yöneliyor; Venezüela lideri Chavez’i iktidardan indirmeye çalışıyor. Kolombiya askerleri de, bu anlamda ek bir görev üstlenerek Venezüela halkının arasına karışıp güvenlerini kazanmaya gayret ediyor. İşte “Plan Kolombiya” doğrultusunda eğitilen askerlerin asıl görevi de bu.

ABD, Kolombiya’yı Güney Amerika’da bir Truva atı olarak kullanırken, “şer ekseni”ne kattığı Venezüela’yı İran, Kuzey Kore, Suriye, Küba ve Sudan gibi ülkelerle aynı gruba koyuyor.

Kimi Avrupa ve ABD gazeteleri, Chavez’in uyuşturucu kartelleri ve FARC’la organik bağı olduğunu iddia ediyor. Chavez, Avrupa’ya uyuşturucu satmakla suçlanıyor.

Güney Amerika’da sol hükümetler, ABD ve küreselleşmeyle beraber, çokuluslu şirketlerin egemenliğine karşı çıkarken; “Plan Kolombiya” da kıtadaki muhalif kesimleri içine alacak şekilde dallanıp budaklanıyor…

12 Mayıs 2008 Pazartesi

MYANMAR’I YIKAN KASIRGA MI ASKERİ CUNTA MI?
ALİ BULUNMAZ

Dünya, günlerdir Myanmar’da etkili olan Nargis Kasırgası ve sonrasında oluşan tabloyu konuşuyor. Şimdiye kadar yıkımın boyutlarını gösteren en çarpıcı veri, resmi kaynaklarca açıklanan 100 bin ölü. Ancak ölü sayısının bu rakama ulaşması, Nargis Kasırgası’nın tek başına yarattığı bir şey mi, orası tartışma götürür.

Myanmar’daki yıkımdan ne sorumlu? Kasırga mı yoksa ülkeyi yöneten askeri cunta mı? Bu sorunun yanıtını vermeden, Myanmar’ın tarihinden kesitleri biraz eşelemekte yarar var.

Kendisi olamayan ülke…
Myanmar’ın konumu incelendiğinde, ülkenin doğu ve güneye uzanan göç yolları üzerinde bulunduğu görülür. Bu konum, Myanmar’ın tarihini de belirleyen bir etken.

Kimi zaman Çin kimi zaman İngiltere ve Hindistan, Myanmar’da söz sahibi olmuş ülkeler. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren, Myanmar’daki İngiliz hakimiyeti göze çarpıyor. Bu dönemde Birman Krallığı olarak bilinen ülke, İngiltere tarafından Hindistan eyaleti haline getiriliyor. Buna karşı yerli halk tarafından başlatılan direniş, 1890’da İngilizlerce bastırılıyor. Bu tarihten sonra Myanmar, bütünüyle İngiliz egemenliğine giriyor.

Pirinç üretiminde önemli bir yere sahip olan Myanmar’da, İngilizler düşük fiyatla pirinç satın almaya başlayınca köylüler de tefecilere borçlanıyor. Sonunda pirinç tarlaları da İngilizlerin eline geçiyor. Bunun yanında, o dönemde demiryolları ve madenlerin işletilmesinde de İngilizler etkin. Nüfusun neredeyse tamamını oluşturan köylüler ise topraksız ve çoğunlukla da işsiz.

1900’lerin başında ülkede hüküm süren sömürgeci düzene karşı, İngiltere ve Myanmar’daki İngiliz okullarında öğrenim görmüş avukatlar umut haline gelir. 1906’da kurulan Genç Erkekler Budacı Birliği’nin üyeleri, İngiltere ile masaya oturup bağımsızlık mücadelesi yürütmek; ulusal din, eğitim ve kültür geleneklerini yeniden etkin kılmayı ister. Bu arayış yaklaşık 20 yıl sürer.

1920’lerde Hindistan’da gerçekleştirilen reformların Myanmar’ı kapsamayacağı duyurulduğunda Birlik, İngiliz mallarının boykot edilmesi çağrısında bulunur. Genişleyen eylemler sonucu, İngilizler taviz vermek zorunda kalır. 1923 reformlarını, 1931’deki halk ayaklanmaları izler. Bunun ardından İngilizler, Myanmar’ı Hindistan’dan ayırır.

II. Dünya Savaşı patlak verdiğinde Myanmarlılar, ülkelerinin bağımsızlığı karşılığında İngiltere’yi desteklemeyi gündeme getirir. Ancak İngilizler, bağımsızlık önderleri hakkında yakalama emri çıkarttırır. Söz konusu önderler de Japonya’ya sığınır ve burada askeri eğitim alır. Fakat Japonya tavır değiştirince bağımsızlık önderleri, kurdukları orduyla Japonya’ya karşı savaşa girişir.

Japonların savaş süresince işgal altında tuttuğu Myanmar, 1947’de imzaladığı anlaşmalarla İngiliz Uluslar Topluluğu’ndan ayrılır, 1948’de ise “bağımsızlığına” kavuşur.

1962’deki askeri darbe sonrası ülkeyi devrim konseyi yönetmeye başlar. 1973’te yapılan halkoylamasıyla ülkenin adı Birmanya Birliği Sosyalist Cumhuriyeti şeklinde değiştirilir.

1980’li yılları iç karışıklık ve ayaklanmalarla geçiren ülke, 18 Eylül 1988’de gerçekleşen darbe sonrası, bugünkü ismini alır. O günden bugüne Myanmar’da askeri cunta işbaşında…

Budizm…
Myanmar dendiğinde Budizm için bir ayraç gerekiyor.

Çevresindeki ülkelerde çoğunlukla şiddet yoluyla kabul ettirilen Budizm, Myanmar’da eşitlik ve özgürlük simgesi olarak niteleniyor.

19 ve 20. yüzyıllarda Budist rahip ve önderler, Myanmar’da yürütülen bağımsızlık hareketinin öncülüğünü üslenmiştir. Yakın zamanda demokrasi yanlısı gösteriler yapan Budist rahiplere, askeri cunta tarafından şiddet uygulanmasının altında da yine aynı tarihi gerçekler yatmakta…

Doğa olayı mı felaket mi?
İşte Nargis Kasırgası, Myanmar’ı gündeme taşıdı ve yönetiminin tartışılmasını sağladı ama (şimdilik)100 binden fazla insan da hayatından oldu.

Şu sıralar dünya, Myanmar’ın geçmişini öğrenmeye başlamışken, Nargis Kasırgası’nın doğa olayından felakete nasıl dönüştüğüne ilişkin sorunun yanıtıyla da yüzleşiyor.

Bir varolan; herhangi bir anda yaşanabilecek bir durum olan doğa olayı, insan eli ve eylemi (ya da eylemsizliğiyle) olabileceğinden daha yıkıcı bir şekle bürünen felakete dönüşebiliyor. Myanmar özelinde Nargis Kasırgası, tek başına bir ülkeyi yerle bir edebilir mi? 100 binden fazla insanın ölümüne yol açabilir mi? Bu sorunun yanıtı “hayır”dır. Çünkü 20 yıldır işbaşındaki askeri cunta, Nargis Kasırgası sınavını başarısızlıkla sonuçlandırdı.

İlkin kasırgadan iki gün önce Hindistan’ın yoğun uyarılarını dikkate almayan cunta, kasırganın ardından uluslararası yardımların ülkeye girişine çok geç izin vererek, doğa olayının felakete dönüşmesinin baş aktörü oldu.

Kasırgadan 6 gün sonra düzenli yardımların ülkeye girişini onaylayan askeri cunta, ölü sayısının artmasının en önemli sorumlusu. Bunun yanında, 1988’den beri yönetimdeki varsıl cunta, yoksul halka yardımları eşit şekilde ulaştırmamakla da suçlanıyor. Burada Nargis Kasırgası, askeri cunta yönetimlerinin karakteristik özelliklerini de gün ışığına çıkarmış oluyor.

Cunta ve Myanmar…
20 yıldır yönetimde olan Myanmar’daki askeri cunta, Nargis Kasırgası ile askeri cuntaların kimi klasik özellikleri ve davranış biçimlerini de ortaya çıkardı.

Bunlardan birincisi Myanmar’daki cunta, diğer örnekleri aratmayacak biçimde, akılcı çözümler üretmekten uzak bir görüntü sergiledi. Yine, iktidarlarını koruma pahasına beliren sorunları örtbas etmeye yöneldi. Nargis Kasırgası’nı merkeze alırsak, muhalefetin buradan başlayacak eleştirilerini ne olursa olsun engellemek adına, dünyaya kapılarını kapattı.

Ülkedeki hukuksuzluğu gizlemek için, uluslararası yardımların topraklarına girişine mantıksız gerekçelerle set çekti. Bunu tamamlayan da sürekli tehdit algılaması; bir başka deyişle paranoya idi. Buna kanıt ise, cuntanın kendi ekipleri yetersiz kaldığı halde, BM yardımlarını kabul edip yetkililerini, ajan olabileceği gerekçesiyle ülkeye sokmamasıydı…

Yıllar yılı sömürge ülkesi olan, bağımsızlığını elde ettiği 1948’den sonra iç karışıklıklarla yüzleşen ve 1988’den beri askeri cunta yönetimiyle dışa kapalı biçimde; baskı ve tehditle idare edilen Myanmar’da, Nargis Kasırgası dünyanın dikkatini bu ülkeye yöneltti.

Kendi geleceğini belirleme fırsatını neredeyse hiç elde edemeyen Myanmar, şimdilerde askeri cuntanın bir doğa olayını nasıl bir felakete dönüştürdüğüne tanık oluyor. Bu öyle bir tanıklık ki içinde, yardımlara yoğunlaşması gereken bir cuntanın, iktidarını sağlamlaştıracak halkoylamasına yönelişini de barındırıyor.

Tüm bunlarla beraber, büyük yaralar açan bu felaketin Myanmar’da yeniden bir yapılanmaya kapı aralayıp aralamayacağını ise zaman gösterecek…

5 Mayıs 2008 Pazartesi

BM BARIŞ GÜCÜ’NÜN “BARIŞA” KATKILARI…
ALİ BULUNMAZ

BM Barış Gücü askerleri, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki skandalla bir kez daha gündeme geldi. Aslında skandalın kökü 2001 yılına dayanıyor. O tarihten bu yana Kongo’da bulunan BM Barış Gücü askerleri cinsel suçlar, altın ve fildişi kaçakçılığı gibi suçlarla anılıyor.

Ancak bundan önce Barış Gücü’nün, “barış” konusundaki kimi skandallarına değinme zorunluluğu olanca ağırlığıyla karşımızda duruyor.

Ruanda
Barış Gücü ile ilgili tartışmalar Kongo’yla sınırlı değil. 1994’te Ruanda’da yaşanan kabile savaşlarını önlemek için, o dönemki BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın hazırladığı plan hayata geçirilmeye çalışılıyordu.

Buna göre ülkede seçim yapılmasına olanak tanıyacak ortam yaratılacak ve demokratik yollarla bir iktidar kurulacaktı. Bu zamana kadar da, BM Barış Gücü askerleri ülkede kalacak ve seçimlerin ardından Ruanda’dan ayrılacaktı.

Ancak Ruanda’nın en büyük iki kabilesi olan Hutu ve Tutsiler’in liderleri, barış görüşmesi için gittikleri Tanzanya dönüşünde, içinde bulundukları uçağın BM’nin “güvenli bölge” ilan ettiği bir yerden ateşlenen füzelerle düşürülmesi sonucu öldü.

Bu olayın ardından Ruanda’da başlayan iç savaşta 1 milyona yakın kişi öldü. Barış Gücü’nün askerleri, hem “güvenli bölgeden” ateşlenen füzeler hem de iç savaş başladığında, ülkedeki sayılarının azaltılmasıyla tartışma yarattı. Kalan kuvvetler hakkında da, Hutu ve Tutsiler’e silah sağlamak, tecavüz ve yasa dışı güçlere gizli eğitim vermek gibi suçlar bağlamında güçlü iddialar ortaya atıldı ve bunlardan bazıları da kanıtlandı.

Srebrenica
Barış Gücü ile ilgili bir diğer ayyuka çıkmış skandal, Bosna Savaşı’nda, Srebrenica’da yaşandı. Savaşın en hareketli günlerinde “güvenli bölge” ilan edilen ve Hollandalı Barış Gücü askerlerince korunan Srebrenica’ya, evsiz kalan ve yakınlarını kaybeden Boşnaklar yerleştirildi.

Fakat Hollandalı birlikler, bölgeye gelen ve katliam yapan Sırplara engel olmadı; üstüne üstlük kimi zaman onlara göz yumarak kimi zaman da işbirliği içine girerek cinayet, tecavüz ve soykırıma ortak oldu.

Söz konusu Hollandalı askerler yargılanmak bir yana, 2006 yılında Hollanda hükümeti tarafından şeref madalyası ile ödüllendirildi. Bir anlamda Srebrenica’daki skandal, bir başka skandalla bütünlendi.

Kongo…
2001’den bu yana Barış Gücü askerlerinin Kongo’daki faaliyetleri sırasında imza attığı skandallar, yine BM üzerinde kara bulutların dolaşmasına neden oluyor.

İlkin 2003’te Kongo'da görev yapan Barış Gücü askerlerinin, mültecilere cinsel tacizde bulunduğu yönündeki iddialar ortaya atılmış ve bunların kanıtları gün ışığına çıkarılmış, dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan da, bunun üzerine açıklama yapmak zorunda kalmıştı. Böylece 2001’de reddedilen iddialar da ilk ağızdan doğrulanmıştı.

Ekim 2004’te Uluslararası Af Örgütü’nün yayımladığı rapor, Kongo’da hem savaşan grupların hem de Barış Gücü askerlerinin toplam 40 bin kadına tecavüz ettiğini ortaya koydu.

Silah, altın ve fildişi…
Barış Gücü’nün Kongo’da karıştığı skandallar bununla da bitmiyor. BBC’nin dünyaya duyurduğu bir başka gerçek, BM askerlerinin isyancılara silah sattığına ilişkin.

Pakistan ve Hindistan’ın Barış Gücü komutasındaki askerlerinin, altın ve fildişi karşılığında isyancılara silah sağladığı belirlendi. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün BM’den sorumlu bölüm başkanı Steve Crawshaw “BM’nin siyaset yaptığı” görüşünde.

NTVMSNBC’ye konuşan Crawshaw, “isyancılara altın karşılığında silah satıldığının belgelendiğini, buna ilişkin fotoğraf ve belgelerin ellerinde olduğunu; bir diğer raporda, ülkedeki altın kaçakçılığını gün yüzüne çıkaran yazışmaların yer aldığını” belirtiyor.

Crawshaw, “7 milyon dolarlık altın kaçırıldığına” değinirken “BM’nin, olayı Pakistanlı bir kişinin üzerine atarak küçük göstermeye çalıştığını” da ekliyor. Crawshaw’ın dikkat çektiği bir konu da “bu silah satışının daha çok insanın ölümüne yol açacağı.” BM’nin, sözü geçen altın kaçakçılığı ve silah satışını kendi raporlarına yazmadığını da ısrarla vurguluyor Crawshaw.

Crawshaw’a göre bunun nedeni ise gayet açık: “BM, kendisine en çok asker veren Pakistan’ı kaybetmek istemiyor.”

BM’ye parasal yönden de destek sağlayan Pakistan, olayların açığa çıkarılması nedeniyle “askerimizi geri çekeriz” tehdidi yöneltiyor. Maddi ve askeri desteğin kesilmesi ise BM’nin işine gelmiyor.

Buradan bakıldığında Kongo’da görev yapan BM Barış Gücü askerleri, BM’nin güvenilirliğinin bir kez daha sorgulanmasına neden oluyor.

Bir anlamda geçmişte yaşanan trajik örneklere benzer biçimde, Barış Gücü’nün Kongo’da “barışa” katkıları da enikonu tartışılıyor…