21 Temmuz 2008 Pazartesi

TÜRKİYE’YE BİÇİLEN KAFTAN…
ALİ BULUNMAZ

2002’den beri iktidarda bulunan AKP aracılığı ile Türkiye, bir başka ülkeye dönüştürülmeye çalışılıyor. Bunun belli bağlamları var:

- Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü ve görevi

- “İstikrar” adı altında, AKP veya eşdeğeri bir siyasi hareketin esas alınması

- Türkiye’deki siyasi ve toplumsal muhalefetin tasfiyesi…

Bu bağlamlar, hem Türkiye’nin kendi yapısında hem de bölgede kendisine verilecek yeni görevlerin gerçekleştirilmesi anlamında önem taşıyor.

Ortadoğu
Türkiye’nin Ortadoğu ve Arap dünyasında “lider ülke” haline getirilmeye çalışılması ya da en azından öyle hissettirilmesi, gündemdeki bir konu. Bu, yavaş yavaş işlenen ve hayata geçirilmeye çabalanan bir adım.

Siyasi açıdan bakıldığında, “ılımlı İslam” bayraktarlığında, Ortadoğu ve Arap dünyasındaki aşırı dinci oluşumları barındıran ülkeler için Türkiye “model” olarak hazırlanıyor. “Ilımlı İslam”ın sütkardeşi konumundaki ve duymaya alıştırıldığımız “demokratik laiklik” de, bu tasarının bir başka ayağı.

Söz konusu tasarı, siyasette dal budak sarmış durumda. Yargı, üniversiteler, ordu ve toplumsal yaşamın tamamında tarikat-cemaat örgütlenmesiyle tüm katmanlarda da etkin kılınmaya çalışılıyor.

Bunun bir başka anlatımı, yeniden tanımlanacak demokrasinin, “model” oluşturacak şekilde düzenlenmesi.

Böylesine bir hareketi tamamlayan ise din. Türkiye, bölgede dini anlamda da “önder” ülkeye dönüştürülmek isteniyor. Burada kullanılan veya gizliden ortaya atılan kavramlar hilafet ve din kardeşliği. Aynı zamanda İslam’da reform ve Batı ile İslam dünyası arasında “hoşgörü” köprüsü.

Bir diğer deyişle Türkiye, din ve siyaset kullanılarak Ortadoğu ve Arap dünyasında “örnek” ve “ağırlığı” olan ya da kendisini böyle görmesi istenen bir konuma getiriliyor. Bu noktada iplerin yine büyük biraderin elinde olacağı ise çok açık.

“İstikrar”
AKP iktidarı tarafından iç siyasette sıkça kullanılan “istikrar” söylemi, Ortadoğu ve Arap coğrafyasında çıkarları bulunan ağabeylerce de AKP iktidarının gerekliliği adına telaffuz ediliyor.

Burada “istikrar”dan kasıt, siyasi ve ekonomik “istikrar.”

Siyasi”istikrar”, AKP veya onun devamı olacak, ABD ve AB’ye bağ(ım)lı; bu güçlerin Ortadoğu, Kafkasya ve İran politikalarına kayıtsız şartsız uyacak nitelikteki bir yapılanmayı gündeme getiriyor.

Ekonomik “istikrar” ise, sıcak para köpüğünde boğulan ve “yatırımcıların” en yüksek faizi alarak paralarını işletmeye devam ettiği bir cennet olma halinin sürmesi demek. Bunun anlamı, Türkiye’nin mümkün olduğunca kontrol edilebilir ve gerektiğinde herhangi bir krizle yeniden şekillendirilebilir bir ekonomik nesne biçiminde tutulmasıdır.

Bunlarla beraber yatırım adı altında ülke kaynakları ve stratejik kurum ile kuruluşların satışa çıkarıldığı, yoksulun daha yoksul zenginin daha zengin olduğu düzenin devamının sağlanması da ayrıca önem taşıyor. Nihayet bu gerçekler, ekonomik “istikrar”ın şifrelerini de çözüyor.

Muhalefetin tasfiyesi
Hem siyasi hem de toplumsal muhalefetle barışık olmayan AKP iktidarı ve onu yönlendirenlerin bir başka hedefi, doğal düşmanlarını tasfiye etmek. Bu, hem AKP’nin hem de onu yönlendirenlerin işine geliyor. İktidarın zihninin gerisindeki Türkiye’nin kotarılması için muhalefetin susturulması şart. Dolayısıyla ABD ve AB de buna yeşil ışık yakmış durumda.

Kimi zaman yandaş medya kimi zaman siyasi baskı kimi zaman da çeşitli soruşturmalarla muhalefeti sindirmek temel amaçların başında geliyor.

Muhalefetin, “katı laik elitin” ve Atatürkçü kesimin mümkün olduğunca edilgin hale getirileceği; geçer akçenin “ılımlı” laik ve yandaş demokrasisi olacağı bir Türkiye hedefleniyor.

İşte tüm bunlar AKP taşeronluğunda, Türkiye’nin dönüştürülmesi ve “yeni bir Türkiye” yaratılması adına gerçekleştirilmek istenen tasarılar.

Gerçek demokrat, aydın, özgürlükten yana ve hukukun üstünlüğünü benimsemiş kişi, kurum ve kuruluşların baskı altına alınması; Türkiye’de iktidar eliyle bir korku imparatorluğu oluşturulmasının altında asıl bunlar yatıyor…

30 Haziran 2008 Pazartesi

BİRAZ İŞKENCE İYİ MİDİR?
ALİ BULUNMAZ

21. yüzyıla adım atılan şu yıllarda, insanoğlu büyük bir ikilemle yüzleşiyor: Özgürlük-güvenlik ikilemi…

Bu iki unsurdan, pek çok zaman güvenliğin ağır basması, kimi açmazları da beraberinde getiriyor. “Güvenlik” adına özgürlükler, hukuk, insan hakları ve onuru rahatlıkla çiğnenebiliyor. Dolayısıyla meşrulaştırılan şiddet gündeme geliyor.

Olası “düşman”, “terör”, “tehdit” ve “teröristlere” ilişkin tanımlama ve nitelemeler geliştiriliyor. Ancak önemli bazı sorular da yanıt bekliyor:

Bu belirleme ve nitelemelerin sınırını çizen kim?

Bu noktada göz önüne alınan-alınacak ölçütler ne?

İlk sorunun yanıtı belirgin: Söz konusu belirlemeleri yapan; terörün, teröristin kimliği ve bir kişinin terörist ya da bir olayın terör olayı oluşunu ortaya koyan, uluslararası ilişkilerde yönlendirici konumda bulunan veya hâkimiyet kurmaya çabalayanlar…

İkinci sorunun yanıtını vermek kolay değil. Çünkü ölçüt sorunu, olanca ağırlığıyla karşımızda duruyor. Aslında tam da burada, bir keyfiyet kendini gösteriyor. Örneğin 11 Eylül’de yaşananlar, nasıl bir terörist saldırı ise aynı şekilde ABD’nin 11 Eylül’e yeni gerekçeler katarak, Afganistan ve Irak’ı işgali de bir terör; daha doğru ifadeyle karşı terör saldırısıdır.

ABD’nin çıkar ve uzun erimli tasarıları gereği, ortaya çıkan bu iki işgal, keyfiliğin ne denli büyük bir tehdit olduğunun da kanıtı.

Keyfiliğin bulunduğu yerde hukuktan, yasa ve sözleşmelerden bahsetmek de imkânsızlaşıyor.

Aslında, dünyada yükselen terör tehdidi ama bundan da önemlisi küresel paranoya, hedef belirleme ve saldırı gerçekleştirmede kolaycılığa kapı açıyor.

Sonuçta, yeterli ve etkileyici bir olay bulmak ya da yaratmak önem kazanıyor…

İşkencenin olumlanması
ABD’li yetkililer, Afganistan ve Irak işgallerinden bu yana yaptıkları açıklamalarda, terör tehdidinin ve olası saldırıların önlenmesi amacıyla gerekli her şeyin yapılabileceğini vurguluyor. Bunlara işkence de dâhil.

ABD’li yöneticilere göre “işkencenin bazı türleri, gerekli ve yasal.” Bu ifadeler, zaten önemli işkencehanelerde vücut buluyor. Hapishanelerdeki (Guantanamo, Balgram, Ebu Gureyb, Diego Garcia…) işkencehaneleri, uçan ve yüzerler izliyor.

Hukuk tanımazlık, insan haklarına aykırılık ve insan onurunu yok sayma gibi öz nitelikleri barındıran işkencenin, terörle mücadele gibi bir meşrulaştırılma gerekçesi, kimi ülkelerde kendine hızla taraftar buluyor.

Türkiye örneği…
“Dünya Kamuoyu” (WPO) adlı programın anketi, yeryüzünde işkenceye bakışı resmetmesi açısından önem taşıyor.

Örneğin “masum insanların hayatı söz konusuysa, işkence uygulanmalı” diyenlerin oranı Hindistan’da yüzde 59. Bu oran Nijerya’da yüzde 54, Türkiye’de yüzde 51 ve Tayland’da yüzde 44.

“Genel anlamda işkence uygulanmalı” diyenlerin oranına bakıldığında Türkiye, Çin’le başa baş durumda. Oran yüzde 18.

"Hiçbir koşulda işkence yapılmamalı” diyenlerin oranı Türkiye’de, 2006’daki yüzde 62’lik dilimden 2008’de yüzde 36’ya geriliyor.

Raporu yayımlayanlar, Türkiye’de son yıllarda artış gösteren PKK terörünün işkenceye bakışı değiştirdiğini belirtiyor. Fakat bu gerekçe bile, bazı sorunların kendisini göstermesini engellemiyor.

Örneğin özgürlük-güvenlik ikilemi bağlamında, “güvenlik adına” işkencenin evetlenmesi başlı başına bir sorun.

Bunun yanında “masum insanların güvenliği” gerekçesinin de zemini zayıf. Keza terör tehdidinin varlığından bahsederek, suçlu-suçsuz herkese işkence uygulanabilir.

Terörün kaynaklarını, uluslararası bağlantılarını ve ekonomik nedenlerini çözümleme ve bunların üstesinden gelme yerine, “güvenlik” adına işkenceye başvurmak sorunun giderilmesini sağlar mı?

İşkence hem bir el bombası hem de Rus ruleti gibi. Bunu onaylamak, insan onuruna karşı her türlü saldırının kapısını ardına kadar açmak anlamına da geliyor.

O yüzden işkenceye karşı tavır almak, insanın önünde büyük bir sorumluluk olarak duruyor…

23 Haziran 2008 Pazartesi

İRAN’DAN “DEMOKRASİ” AKİSLERİ…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de türbanlı genç kızın televizyon ekranlarından “ben Humeyni’yi seviyorum, Atatürk’ü sevmiyorum” şeklinde yankılanan sözleri henüz sıcakken, “Ahlak Polisi”nin İran’daki yaz avı da başladı.

1979’da Şah’ın devrilişiyle iktidarı ele geçiren ve halka “demokrasi” muştusu veren Humeyni’nin yarattığı ortam, bugün kuralların ve “inançların” gereğini yerine getirmekle görevli devlet güçlerinin eylemleriyle daha da taçlanıyor.

1980’lerin başında İran’daki sosyalist ve aydın kesimler, Humeyni’nin yaratacağı “demokratik” ortama destek vermeyi kararlaştırmıştı.

22 Temmuz seçimlerinde bağımsız aday olarak Meclis’e giren ve “Türkiye’nin tek sosyalist milletvekili” olarak sunulan ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, dönemin TUDEH’lilerinin şunları ifade ettiğini belirtiyor:

- “O zaman yanlışlar yapmış olabiliriz. Ama bugün olsa yine ‘demokrasiyi’ savunurduk…”

İran’da bugün ne kadar “demokrasi” bulunduğu tartışma götürmez! Keza halka benimsetilen “demokrasi”, “Ahlak Polisi”nin kadınları ve erkekleri Batılı tarzda giyinmeleri, saç modelleri ve davranışları yüzünden son derece sıkı şekilde takibe almayı; hatta hapis ve para cezasına çarptırmayı gerektiriyor…

İran’da yalnız kadınlara ayrılmış, yüksek duvarlarla çevrili parklar bulunuyor. Humeyni’nin başlattığı “demokratik” sürecin sonucu olarak, İranlı kadınlar buralarda kısıtlı “özgürlüğün” keyfini sürüyor.

Başlarını, yasalara uygun örtmedikleri veya renkli türban kullandıkları için hemen sorguya alınıyorlar. Renkli türbanları ve sakıncalı kıyafetleri nereden aldığını söylemeleri isteniyor kendilerinden.

Geçmişte Humeyni taraftarlarıyla birlik olup, İslami yönetime destek çıkan sosyalistler, İran’ın 2008’deki “demokratik” ortamından ne kadar hoşnut?

“Bugün olsa yine yapardık” anlayışı baskı, ayrımcılık ve hurafelerin etkinliği ile kuşatıcılığı karşısında nereye yerleştirilebilir?

Daha da önemlisi “demokrasi” adına toplumun dönüştürülmesi, İslami dikta kurulması; tüm hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, dünün özgürlük savunucularına nasıl görünüyor?

İran, bugün Türkiye için ders alınması gereken bir örnek niteliğinde...

Türkiye’de “özgürlük”, “insan hakları” ve “demokrasi” adına, din bezirgânları ve sömürgenlerinin enikonu palazlanıp, iktidar eliyle hızla yükseldiği; toplumu kendi çizgisine çekmeye çalıştığı bir dönemde…

16 Haziran 2008 Pazartesi

ÖZLENMEYECEKSİN BUSH…
ALİ BULUNMAZ

Dünyada ABD üzerine konuşulan iki temel konu var. Bunlardan birincisi, başkanlık yarışını kimin kazanacağı: Hillary Clinton’ı geride bırakıp Demokrat Parti’nin adayı olan Obama mı, yoksa Cumhuriyetçi Parti adayı Mc Cain mi?

İkinci önemli konu, ABD’nin İran’ı vurup vurmayacağı. Günleri sayılı olan Bush “İran’la yaşanan nükleer gerilimin çözümü için diplomasiye ağırlık verdiklerini, diğer tüm seçeneklerin de masada olduğunu” ifade ediyor.

Bush bir anlamda giderayak, “barışçıl çözümün öncelikli hedef olduğunu” vurguluyor. Bu ne kadar inandırıcı?

***

Bush’un başkanlık dönemi savaş, işgal ve yıkımla anılıyor-anılacak.

Bu bağlamda barışın, Bush’un ağzından çıkan bir söz olmasının dışında, herhangi bir anlamı ve değeri yok. Ancak Bush, aklı başında her insanı tebessüm ettirecek biçimde “yanlış anlaşıldığını” söylüyor.

Bush “asla savaş heveslisi biri olmadığını” açıkladıktan sonra, ABD’nin görevini de hatırlatıyor:

- “Amerika iyilik ve özgürlük için bir güç.”

“İyilik” ve “özgürlüğün” dağıtıcı ve kollayıcısı (!) ABD’nin, Ortadoğu’da akan kanın hem doğrudan hem de dolaylı biçimde sorumlusu olduğu gerçeği unutturulmaya çalışılıyor.

Yine de Bush, ABD’nin “demokrasi” ve “özgürlük” dağıtma görevinin Irak’ta başarıya ulaştığını anlatmaktan da geri kalmıyor:

- “Irak savaşı bir hata değil, Saddam Hüseyin iktidarı yıkıldı. Dünya şimdi daha güvenli. Ben savaşı istemiyorum ancak Saddam Hüseyin’i düşürmek doğru bir karardı.”

***

Peki, Irak’taki 1 milyondan fazla ölü, milyona yaklaşan sayıdaki kayıp ve evsiz kalan, göç etmeye zorlanan on binlerce insan “güvenli dünyanın” neresinde konumlanıyor?

Terör örgütlerinin kamp kurduğu, mezhep boğazlaşmalarının hüküm sürdüğü ve insan haklarının hiçe sayıldığı Irak, bu “güvenli dünyanın” neresine eklemleniyor?

Bush’un, kimse tarafından anlaşılamamış “barışçı kişiliği”, bunların ardından tüm “ağırlığıyla” ortaya çıkıveriyor.

Ancak acı coğrafyası Ortadoğu’da, aynı sorular bir kez daha soruluyor: Neye yaradı? Kim kazançlı çıktı?

Bush’un “yanlış anlaşıldım” demesi, pişmanlığı çağrıştırmıyor. Bu olsa olsa timsah gözyaşlarıdır.

Her şey olup bittikten sonra ve yeni çatışma ile işgaller ısıtılırken, barıştan söz açan Bush’a dünya şöyle sesleniyor: Git artık Bush.

Ve hemen ardından, Bush’un yakın dostu Merkel’in Hıristiyan Demokrat partisinin kimi üyeleri şunu ekliyor: “Özlenmeyeceksin…”

9 Haziran 2008 Pazartesi

ABD’NİN İŞKENCEHANELERİ
ALİ BULUNMAZ

Uluslararası Af Örgütü, 2007 yılı raporunu Mayıs ayı sonunda yayımladı. Raporun merkezinde, dünya genelinde insan hakları ihlallerinin devam ettiği yer alıyordu.

Örneğin Çin yönetimine Myanmar, Zimbabve ve Sudan’dakine benzer şekilde, ekonomik çıkarlar adına kendi vatandaşlarının haklarını çiğnediği yönünde güçlü eleştiriler yöneltildi.

Eleştiri oklarının hedefindeki bir diğer ülke ise ABD’ydi. Buna göre ABD’nin, dünya politikasında üstlendiği rol ve Pakistan’da, iktidarının devamı için baskıyı kullanan Pervez Müşerref’e vermesi kınandı.

Çin ve ABD’ye yöneltilen eleştirilerin yanında raporda, “teröre karşı savaş” gerekçesinin insan hakları ihlallerini hızlandırdığı vurgulandı. Bir başka deyişle “teröre karşı savaşın”, insan haklarını ve özgürlükleri çiğneyip kısıtlayan, yasa dışı takip ve çeşitli uygulamaların “gerekçesi” ya da yasal kılıfı haline getirildiği belirtildi.

Bir, iki, üç; daha fazla Guantanamo!
Söz konusu eleştirilerin yoğunlaştığı noktayı, Guantanamo’daki ABD üssünde yaşananlar oluşturuyor. Af Örgütü Genel Sekreteri Irene Kahn Guantanamo’da tutulan ‘terör şüphelilerine’ yargılanma hakkı tanınmadığını” ifade ederek, “bu üs kapatılmalıdır” diyor.

Ancak Guantanamo’nun popülerliği, zaman zaman diğer işkencehanelerin gözden kaçmasına da neden olabiliyor. Örneğin Irak’taki Ebu Gureyb ve Afganistan’daki Balgram hapishanesi, Guantanamo’dan sonraki en bilinen işkencehaneler.

Bunların yanında, daha az veya hiç bilinmeyen bir yer var ki, o da Diego Garcia.

Diego Garcia: “Adalet Kapısı”
Diego Garcia, Afrika ve Endonezya arasında yer alan küçük bir ada. ABD’nin gizli askeri üssü olan adaya, askeri personel ve bir de “sorgulanmak” üzere getirilen “terör şüphelileri” dışında kimse alınmıyor.

Adada, 1971’den bu yana ABD’nin etkinliği var. 1970’li yıllar boyunca ABD’liler, İngilizlerin de yardımıyla Diego Garcia ve çevresindeki Chargos takımadalarındaki yerlileri kargo gemileriyle sürgüne gönderdi.

Aynı tarihlerde, adanın “sade bir iletişim tesisi” olacağını belirten ABD yönetimi, Kongre’den onay alarak üssün inşasına başladı.

Diego Garcia o gün bugündür, ABD tarafından Hint Okyanusu’ndaki “stratejik ada” biçiminde niteleniyor. Bunun en önemli nedeni adanın İran körfezi, Güney Afrika ve Asya’ya yakınlığı.

ABD, bu stratejik üssü önemli harekatlarda kullandı. Örneğin 1973 Arap-İsrail Savaşı, Afganistan ve Irak işgalleri bunlardan bazıları.

Diego Garcia, şimdilerde bir başka adla daha anılıyor: “Adalet Kapısı” 2007’de, 2 bin kişilik hava kuvvetleri personelince kurulan tesise bu isim verilmiş. Ama fiili olan, buranın tıpkı Guantanamo, Ebu Gureyb ve Balgram gibi “terörle savaşta”, “olağan şüphelilerin sorgulandığı” bir işkencehane biçiminde kullanılması.

Üstelik buranın bir başka özelliği daha var: Diego Garcia, yüzer işkencehanelerin, bir diğer deyişle “şüphelilerin” taşınıp "sorgulandığı" gemilerin de ana limanlarının en önemlisi.

Uluslararası Af Örgütü’nün 2007 raporuna konu olan Guantanamo başlığı altına, artık Diego Garcia da rahatlıkla yazılabilir. ABD’nin hukuk tanımazlığı ve uluslararası sözleşmeleri çiğneyişinin bir başka simgesi de Diego Garcia.

Fakat buradaki hukuk tanımazlığın bir diğer boyutu, Diego Garcia’lılar ile Chargos’luların sürgün ettirilmeleri. Şimdi bu iki grup, ABD ve İngiltere aleyhine dünya çapında bir girişim başlattı. Hem üssün adadan kaldırılması hem de topraklarına geri dönebilmek için.
ABD ve ortaklarının çift boyutlu hukuk tanımazlığına karşı, herhangi bir sonuç elde edip edemeyecekleri ise merak konusu…

26 Mayıs 2008 Pazartesi

KÜÇÜK SAVAŞÇILAR
ALİ BULUNMAZ

Savaş ve çatışmalar, en çok çocukları etkiliyor. En önemli yaraları çocuklarda açıyor. Ruhsal çöküntünün en büyüğünü de yine onlarda yaratıyor.

Bugün dünyanın dört bir yanında süren savaş ve iç çatışmalarda çocuklar ölüyor, sakat kalıyor ve büyük bunalımların içine düşüyor. Ama bundan daha acı olan, savaş ve çatışmalarda çocukların kullanılması. Bir başka deyişle çocuklar, küçük askerler ya da savaşçılar olarak boy gösteriyor.

Çocukların savaştırılması veya çatışma alanlarına sürüklenmesi canlı bir tartışma konusu olmasına rağmen, bugünlerde yeniden gündemin ilk sıralarını meşgul etmeye başladı.

Irak ve kız çocukları
Bu sorunu gündeme getiren ilk ola, Bağdat’ın Yusufiye kasabası yakınlarında yaşanan intihar saldırısı.

8 yaşındaki kız çocuğu, üzerindeki patlayıcılarla gerçekleştirdiği saldırı sonucu, kendisiyle beraber birçok Iraklının ölümüne yol açınca, kız çocuklarının Irak’ta kimi eylemlerde kullanılışı gerçeği bir kez daha gün ışığına çıktı.

Rakamlar endişe verici: 100 binden fazla kız çocuğu ve genç kızın, Irak’ta intihar eylemi ve saldırılarda kullanıldığı belirtiliyor.

Çocuk Hakları ile ilgili çalışmalar yapan İngiliz Plan UK Vakfı, Irak’ta 100 binin üzerinde intihar eylemcisi kız çocuğu bulunduğunu saptadı. Bu çocuklar, önce saldırı ve tecavüze uğruyor, daha sonra çatışma bölgelerinde görevlendiriliyor.

İngiliz Plan UK Vakfı’nın araştırması Irak’la da sınırlı değil. Verilere göre Kongo’da 12 bin 500, Liberya’da 8 bin 500, Uganda’da 6 bin 500, Hindistan’da ise 900 ila 1000 arasında saldırı amacıyla eğitilen kız çocuğu bulunuyor. Genel olarak savaş bölgelerinde, 200 milyon genç kızın çatışma ve intihar eylemlerinde kullanılma olasılığından söz ediliyor.

China Keitetsi…
Bugün kesin olan bir şey varsa, dünya genelinde 18 yaş altı 250 bin çocuk askerin bulunduğu. Özellikle Afrika’daki kabile çatışmaları ve iç savaşlarda, çocukların kullanılması ve silah altına alınması “alışılmış” bir durum.

Onlardan biri de Ugandalı China Keitetsi. Deutsche Welle’den Matthias Bertsch’in haberi, Keitetsi’nin hikâyesini ve yaşadıklarını anlattığı “Gökyüzü ve Yeryüzü Arasındaki Gözyaşları: Yolumun Hayata Geri Dönüşü” başlıklı kitabını dünyaya duyurdu.

Bugün 30 yaşında olan ve Danimarka’da yaşayan Keittetsi ve arkadaşlarının hayatı, oyun oynarken hükümet askerlerini taşıyan kamyonetin, bulundukları bölgeden geçmesiyle değişiyor. Kaçmayı deneseler de, askerlerin eline düşüyorlar.

Bu olayın ertesinde silah altına alınan Keitetsi, üstlerince tacize uğruyor.

Keitetsi, ülkesinde çocukların askerlere hayranlık duyduğunu belirtiyor, bunun nedenini ise “rütbesi yüksek olan çocukların, kendilerinden yaşça büyük ama düşük rütbeli kişilere emir vermesinin ilgi çekici oluşu” şeklinde açıklıyor.

Uganda’da, gece evler basılarak kaçırılan çocuklar arasından 15-17 yaşlarındakiler diğerlerine “olumsuz örnek olmasın ve onları caydırmasın” diye hemen öldürülürken; 8 ila 10 yaşındakiler, daha kolay eğitilebileceği için orduya alınıyor.

Keitetsi, bu cendereden kurtulmuş şanslı çocuklardan sadece biri. Ancak 18 bin ülkede, 250 bin çocuk asker kullanılıyor. Bu çocuklar özellikle, mayın ve patlayıcı yerleştirme gibi işlere zorlanıyor.

Sierra Leone ve İvan…
Keitetsi’ye benzer bir hikâyesi olan çocuklardan biri de Sierra Leone’den İvan.

Üstlerinin kendisine silah ve uyuşturucu verdiğini, soğukkanlılıkla adam öldürdüğünü anlatıyor İvan. İç savaş sırasında “önemli biri” olduğunu daha doğrusu “kendini önemli biri gibi hissettiğini” de ekliyor.

Sierra Leone’deki vahşetin fotoğrafı iç burkan cinsten. İvan, yaptıklarını sıralıyor: “Cinayet, diş sökme, kol-bacak kesme, tecavüz…” İvan’ın yaşadıkları ve yaşattıkları, çocuk asker veya savaşçı gerçeğinin bir ucundan tutmamızı sağlıyor: Çocuklar buralarda “en iyi” savaşçı olarak görülüyor; çünkü cesur ve istekli bir yapıya sahipler.

Onlar için, ülkenin en çalkantılı döneminde yarına dair “umut” savaşmaktı. Şimdi ülkede görece bir barış ortamı hâkim. O zaman kaybedecek bir şeyi olmadığını ve ölmeyeceğini sanan pek çok çocuk savaşçı, bugün ya hayatta değil ya da İvan gibi, mevcut ortama uyum sağlamakta zorlanıyor.

Gerek Irak’ta Yusufiye’de intihar saldırılarında gerekse Uganda’daki Keitetsi ve Sierra Leone’deki İvan gibi orduda; genel olarak 18 bin ülkede kullanılan çocuk askerler veya savaşçılar, önemli bir gerçeği göz önünde bulundurmayı gerektiriyor:

Söz konusu çocuklar, çarpık düzen ve ilişkilerden doğan çatışma ve savaşlardaki bir nesne konumunda…

Ve bilincinde olsa da olmasa da, hepsi kendilerini özne kılacak yardımları bekliyor…

19 Mayıs 2008 Pazartesi

GÜNEY AMERİKA’DAKİ TRUVA ATI: KOLOMBİYA
ALİ BULUNMAZ

Güney Amerika denilince akla askeri cuntalar, bağımsızlık mücadeleleri, komünist örgütlenmeler, halk ayaklanmaları, yoksulluk, uyuşturucu kartelleri, CIA güdümlü askeri darbeler gibi birçok konu geliyor.

Güney Amerika’da 20. yüzyılı, bu gelgitler belirledi. Söz konusu yüzyılın son çeyreğinde ise, yoksulluk ve çokuluslu şirketlerin egemenlik mücadelesi sahne aldı. 21. yüzyılın başında, Güney Amerika’da birbiri ardına iktidara gelen sol partiler IMF, Dünya Bankası, ABD ve çokuluslu şirketlere karşı bir direniş sergiliyor.

Ancak bu direnişte, hiçbir lider ve ülke Chavez ve Venezüela kadar etkin bir rol üstlenmiş değil.

Güney Amerika ve sol
2006’da göreve gelen Şili Devlet Başkanı Bachelet ve 2002’de seçimden zaferle çıkan Brezilya Devlet Başkanı Lula; Venezüela Devlet Başkanı Chavez, Ekvator Devlet Başkanı Correa ve Bolivya Devlet Başkanı Morales’e oranla daha ılımlı bir sol siyaset izliyor. Şimdilerde ikinci gruba Paraguay’da seçimleri kazanan Lugo’yu da eklemek mümkün.

Şili Devlet Başkanı Bachelet, ABD ile dengeli bir politikadan yana. Özellikle serbest piyasa ekonomisini destekleyen icraatları dikkat çeken Bachelet, Bush’un övgüleriyle de karşılaştı.

Brezilya Devlet Başkanı Lula ise, Bachelet’e göre Chavez ve Venezüela’ya daha yakın duruyor. Lula Asıl olarak, arabuluculuk görevleri üstlenmeyi tercih ediyor.

Ekvator Devlet Başkanı Correa, IMF ve ABD politikalarına sert eleştiriler yöneltiyor. Ona göre Güney Amerika ve daha genel anlamda Latin Amerika, Washington’ı dengeleyecek yegâne güç.

Bolivya’da görevdeki Morales ise, Chavez’le beraber ABD’ye karşı en sert muhalefeti yürüten isim. Morales, ABD’nin “uyuşturucu ile mücadele” adı altında yürüttüğü programlara, Güney Amerika’nın istikrar ve birliğini bozacağı gerekçesiyle karşı çıkıyor. Bununla beraber Bolivya’nın doğalgaz kaynaklarını devletleştirerek, ülke zenginliklerinin çokuluslu şirketlerce yağmalanmasının önüne geçiyor.

1998’de göreve gelen Venezüela Devlet Başkanı Chavez ise, ABD’ye karşı en sert ve güçlü muhalefeti yürütüyor. Afganistan ve Irak işgallerine karşı çıkan Chavez, ABD’nin kıtadaki kukla rejimlerinin alternatifi olarak gösteriliyor.

Chavez 1998’den bu yana önemli icraatlara da imza atan bir lider. Yoksul Karayip ve orta Amerika ülkelerine düşük fiyatla petrol satan Chavez, IMF’yi ülkesinden kovdu ve Venezüela'da kişi başına gelirin yükselmesini sağladı. Bunun yanı sıra sosyal politikaların yoksullarla ulaşmasına ön ayak oldu.

Güney Amerika’daki muhalif ittifaka en son Paraguay katıldı. Seçimi kazanan Lugo, “orta sol” hareketiyle ABD karşıtlığına eklemlendi. Eski bir rahip olan Logo, Chavez ve Morales’le arasına belli bir mesafe koysa da, onların sosyal politikalarını benimseyeceğini de açıkladı.

Güney Amerika ve birlik…
Güney Amerika ülkeleri uzun yıllardır yapısal bir birlik oluşturma adına çeşitli çabalar sergiliyor. 90’ların sonu 2000’lerin başında kıtada arka arkaya iktidara gelen sol hareketler, bu birlik çabalarının yeniden ve daha ciddi şekilde dillendirilmesine neden oluyor.

Chavez’in başı çektiği sol iktidarların buluşma noktası küreselleşmeye ve çokuluslu şirket egemenliğine karşıtlık ve devletleştirme olarak belirginleşiyor.

Bu yüzden ABD, AB ve çokuluslu şirketler, yatırımcıların kıtaya gelmekten ürktüğünü belirtiyor. Ancak Güney Amerika’daki sol iktidarlar bu endişelerden öte, kendi halklarının geçmişteki ezilmişliği ve yoksulluğunu giderme peşinde. ABD ise, Güney Amerika’daki sol iktidarların kendi siyasi ve ekonomik çıkarları açısından tehlike oluşturduğu görüşünde.

“Plan Kolombiya”
Güney Amerika’daki sol iktidarların karşısında, Peru ve Kolombiya gibi ABD’nin desteğini alan sağ hükümetler görev başında. Burada Kolombiya’ya özellikle değinmek gerekli.

Kolombiya’da, ABD yanlısı Uribe hükümeti iktidarda. 2006’da yapılan seçimlerde güven tazeleyen Uribe, baskıcı yöntemleriyle dikkat çekiyor. Kolombiya’daki sendikacı, gazeteci ve insan hakları savunucularını hapse atan; muhalifleri ve siyasi rakiplerini de baskı altında tutan bir lider olan Uribe’nin geçmişi de soru işaretleriyle dolu.

90’ların ortalarına kadar, Kolombiya’nın uyuşturucu kartelleriyle işbirliği yapan Uribe’nin gücü, sadece elde ettiği seçim başarısından kaynaklanmıyor. 2000’de “uyuşturucu kaçakçılığı” ve “yasa dışı örgütlerle mücadele” için ABD’nin başlattığı ve para yağdırdığı “Plan Kolombiya” adlı hareket, Uribe’nin iktidarı için de önemli.

“Plan Kolombiya”, ülkedeki uyuşturucu kaçakçılığı ve gerilla hareketini “önlemek” amacıyla tasarlanmış ve hayata geçirilmiş bir girişim. Uribe hükümeti, bu doğrultuda girişimin fikir babası ABD’den para yardımı alıyor.

John Pilger Newstatman’daki 24 Nisan tarihli yazısında, ABD’nin ön ayak olduğu “Plan Kolombiya”nın “Güney Amerika’da bir İsrail yaratma tasarısı” olduğunu vurguluyordu. Buna göre ABD, Kolombiya’ya 6 milyar dolarlık silah, lojistik, özel kuvvet, uçak ve paralı asker yardımı yaptı. Amerikalılar Okulu’nda eğitim gören askerler, işkence teknikleri ve suikastlarla ilgili geniş çaplı bilgi edindi. Bu askerlerin görünürdeki görevi, FARC’ı (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri’ni) yok etmek ve ülkedeki uyuşturucu kartellerini etkisiz hale getirmekti.

Burada FARC için bir parantez açmak zorunlu. Keza bu örgüt, adam kaçırma ve uyuşturucu ticareti gibi yöntemlerle gücünü sınarken, öte taraftan da yandaş toplamaya çalışmakta. ABD ve Uribe hükümeti de bunu, propaganda aracı haline getiriyor. Bir başka deyişle, Güney Amerika’daki devrimci direnişle FARC’ı özdeşleştirme yoluna giderek, söz konusu muhalefete kara çalıyor.

ABD ve Uribe hükümeti, “Plan Kolombiya” ile FARC üzerinden ve Kolombiya’yı merkeze koyarak, Güney Amerika’daki birlik çabalarını bozmaya yöneliyor; Venezüela lideri Chavez’i iktidardan indirmeye çalışıyor. Kolombiya askerleri de, bu anlamda ek bir görev üstlenerek Venezüela halkının arasına karışıp güvenlerini kazanmaya gayret ediyor. İşte “Plan Kolombiya” doğrultusunda eğitilen askerlerin asıl görevi de bu.

ABD, Kolombiya’yı Güney Amerika’da bir Truva atı olarak kullanırken, “şer ekseni”ne kattığı Venezüela’yı İran, Kuzey Kore, Suriye, Küba ve Sudan gibi ülkelerle aynı gruba koyuyor.

Kimi Avrupa ve ABD gazeteleri, Chavez’in uyuşturucu kartelleri ve FARC’la organik bağı olduğunu iddia ediyor. Chavez, Avrupa’ya uyuşturucu satmakla suçlanıyor.

Güney Amerika’da sol hükümetler, ABD ve küreselleşmeyle beraber, çokuluslu şirketlerin egemenliğine karşı çıkarken; “Plan Kolombiya” da kıtadaki muhalif kesimleri içine alacak şekilde dallanıp budaklanıyor…

12 Mayıs 2008 Pazartesi

MYANMAR’I YIKAN KASIRGA MI ASKERİ CUNTA MI?
ALİ BULUNMAZ

Dünya, günlerdir Myanmar’da etkili olan Nargis Kasırgası ve sonrasında oluşan tabloyu konuşuyor. Şimdiye kadar yıkımın boyutlarını gösteren en çarpıcı veri, resmi kaynaklarca açıklanan 100 bin ölü. Ancak ölü sayısının bu rakama ulaşması, Nargis Kasırgası’nın tek başına yarattığı bir şey mi, orası tartışma götürür.

Myanmar’daki yıkımdan ne sorumlu? Kasırga mı yoksa ülkeyi yöneten askeri cunta mı? Bu sorunun yanıtını vermeden, Myanmar’ın tarihinden kesitleri biraz eşelemekte yarar var.

Kendisi olamayan ülke…
Myanmar’ın konumu incelendiğinde, ülkenin doğu ve güneye uzanan göç yolları üzerinde bulunduğu görülür. Bu konum, Myanmar’ın tarihini de belirleyen bir etken.

Kimi zaman Çin kimi zaman İngiltere ve Hindistan, Myanmar’da söz sahibi olmuş ülkeler. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren, Myanmar’daki İngiliz hakimiyeti göze çarpıyor. Bu dönemde Birman Krallığı olarak bilinen ülke, İngiltere tarafından Hindistan eyaleti haline getiriliyor. Buna karşı yerli halk tarafından başlatılan direniş, 1890’da İngilizlerce bastırılıyor. Bu tarihten sonra Myanmar, bütünüyle İngiliz egemenliğine giriyor.

Pirinç üretiminde önemli bir yere sahip olan Myanmar’da, İngilizler düşük fiyatla pirinç satın almaya başlayınca köylüler de tefecilere borçlanıyor. Sonunda pirinç tarlaları da İngilizlerin eline geçiyor. Bunun yanında, o dönemde demiryolları ve madenlerin işletilmesinde de İngilizler etkin. Nüfusun neredeyse tamamını oluşturan köylüler ise topraksız ve çoğunlukla da işsiz.

1900’lerin başında ülkede hüküm süren sömürgeci düzene karşı, İngiltere ve Myanmar’daki İngiliz okullarında öğrenim görmüş avukatlar umut haline gelir. 1906’da kurulan Genç Erkekler Budacı Birliği’nin üyeleri, İngiltere ile masaya oturup bağımsızlık mücadelesi yürütmek; ulusal din, eğitim ve kültür geleneklerini yeniden etkin kılmayı ister. Bu arayış yaklaşık 20 yıl sürer.

1920’lerde Hindistan’da gerçekleştirilen reformların Myanmar’ı kapsamayacağı duyurulduğunda Birlik, İngiliz mallarının boykot edilmesi çağrısında bulunur. Genişleyen eylemler sonucu, İngilizler taviz vermek zorunda kalır. 1923 reformlarını, 1931’deki halk ayaklanmaları izler. Bunun ardından İngilizler, Myanmar’ı Hindistan’dan ayırır.

II. Dünya Savaşı patlak verdiğinde Myanmarlılar, ülkelerinin bağımsızlığı karşılığında İngiltere’yi desteklemeyi gündeme getirir. Ancak İngilizler, bağımsızlık önderleri hakkında yakalama emri çıkarttırır. Söz konusu önderler de Japonya’ya sığınır ve burada askeri eğitim alır. Fakat Japonya tavır değiştirince bağımsızlık önderleri, kurdukları orduyla Japonya’ya karşı savaşa girişir.

Japonların savaş süresince işgal altında tuttuğu Myanmar, 1947’de imzaladığı anlaşmalarla İngiliz Uluslar Topluluğu’ndan ayrılır, 1948’de ise “bağımsızlığına” kavuşur.

1962’deki askeri darbe sonrası ülkeyi devrim konseyi yönetmeye başlar. 1973’te yapılan halkoylamasıyla ülkenin adı Birmanya Birliği Sosyalist Cumhuriyeti şeklinde değiştirilir.

1980’li yılları iç karışıklık ve ayaklanmalarla geçiren ülke, 18 Eylül 1988’de gerçekleşen darbe sonrası, bugünkü ismini alır. O günden bugüne Myanmar’da askeri cunta işbaşında…

Budizm…
Myanmar dendiğinde Budizm için bir ayraç gerekiyor.

Çevresindeki ülkelerde çoğunlukla şiddet yoluyla kabul ettirilen Budizm, Myanmar’da eşitlik ve özgürlük simgesi olarak niteleniyor.

19 ve 20. yüzyıllarda Budist rahip ve önderler, Myanmar’da yürütülen bağımsızlık hareketinin öncülüğünü üslenmiştir. Yakın zamanda demokrasi yanlısı gösteriler yapan Budist rahiplere, askeri cunta tarafından şiddet uygulanmasının altında da yine aynı tarihi gerçekler yatmakta…

Doğa olayı mı felaket mi?
İşte Nargis Kasırgası, Myanmar’ı gündeme taşıdı ve yönetiminin tartışılmasını sağladı ama (şimdilik)100 binden fazla insan da hayatından oldu.

Şu sıralar dünya, Myanmar’ın geçmişini öğrenmeye başlamışken, Nargis Kasırgası’nın doğa olayından felakete nasıl dönüştüğüne ilişkin sorunun yanıtıyla da yüzleşiyor.

Bir varolan; herhangi bir anda yaşanabilecek bir durum olan doğa olayı, insan eli ve eylemi (ya da eylemsizliğiyle) olabileceğinden daha yıkıcı bir şekle bürünen felakete dönüşebiliyor. Myanmar özelinde Nargis Kasırgası, tek başına bir ülkeyi yerle bir edebilir mi? 100 binden fazla insanın ölümüne yol açabilir mi? Bu sorunun yanıtı “hayır”dır. Çünkü 20 yıldır işbaşındaki askeri cunta, Nargis Kasırgası sınavını başarısızlıkla sonuçlandırdı.

İlkin kasırgadan iki gün önce Hindistan’ın yoğun uyarılarını dikkate almayan cunta, kasırganın ardından uluslararası yardımların ülkeye girişine çok geç izin vererek, doğa olayının felakete dönüşmesinin baş aktörü oldu.

Kasırgadan 6 gün sonra düzenli yardımların ülkeye girişini onaylayan askeri cunta, ölü sayısının artmasının en önemli sorumlusu. Bunun yanında, 1988’den beri yönetimdeki varsıl cunta, yoksul halka yardımları eşit şekilde ulaştırmamakla da suçlanıyor. Burada Nargis Kasırgası, askeri cunta yönetimlerinin karakteristik özelliklerini de gün ışığına çıkarmış oluyor.

Cunta ve Myanmar…
20 yıldır yönetimde olan Myanmar’daki askeri cunta, Nargis Kasırgası ile askeri cuntaların kimi klasik özellikleri ve davranış biçimlerini de ortaya çıkardı.

Bunlardan birincisi Myanmar’daki cunta, diğer örnekleri aratmayacak biçimde, akılcı çözümler üretmekten uzak bir görüntü sergiledi. Yine, iktidarlarını koruma pahasına beliren sorunları örtbas etmeye yöneldi. Nargis Kasırgası’nı merkeze alırsak, muhalefetin buradan başlayacak eleştirilerini ne olursa olsun engellemek adına, dünyaya kapılarını kapattı.

Ülkedeki hukuksuzluğu gizlemek için, uluslararası yardımların topraklarına girişine mantıksız gerekçelerle set çekti. Bunu tamamlayan da sürekli tehdit algılaması; bir başka deyişle paranoya idi. Buna kanıt ise, cuntanın kendi ekipleri yetersiz kaldığı halde, BM yardımlarını kabul edip yetkililerini, ajan olabileceği gerekçesiyle ülkeye sokmamasıydı…

Yıllar yılı sömürge ülkesi olan, bağımsızlığını elde ettiği 1948’den sonra iç karışıklıklarla yüzleşen ve 1988’den beri askeri cunta yönetimiyle dışa kapalı biçimde; baskı ve tehditle idare edilen Myanmar’da, Nargis Kasırgası dünyanın dikkatini bu ülkeye yöneltti.

Kendi geleceğini belirleme fırsatını neredeyse hiç elde edemeyen Myanmar, şimdilerde askeri cuntanın bir doğa olayını nasıl bir felakete dönüştürdüğüne tanık oluyor. Bu öyle bir tanıklık ki içinde, yardımlara yoğunlaşması gereken bir cuntanın, iktidarını sağlamlaştıracak halkoylamasına yönelişini de barındırıyor.

Tüm bunlarla beraber, büyük yaralar açan bu felaketin Myanmar’da yeniden bir yapılanmaya kapı aralayıp aralamayacağını ise zaman gösterecek…

5 Mayıs 2008 Pazartesi

BM BARIŞ GÜCÜ’NÜN “BARIŞA” KATKILARI…
ALİ BULUNMAZ

BM Barış Gücü askerleri, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki skandalla bir kez daha gündeme geldi. Aslında skandalın kökü 2001 yılına dayanıyor. O tarihten bu yana Kongo’da bulunan BM Barış Gücü askerleri cinsel suçlar, altın ve fildişi kaçakçılığı gibi suçlarla anılıyor.

Ancak bundan önce Barış Gücü’nün, “barış” konusundaki kimi skandallarına değinme zorunluluğu olanca ağırlığıyla karşımızda duruyor.

Ruanda
Barış Gücü ile ilgili tartışmalar Kongo’yla sınırlı değil. 1994’te Ruanda’da yaşanan kabile savaşlarını önlemek için, o dönemki BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın hazırladığı plan hayata geçirilmeye çalışılıyordu.

Buna göre ülkede seçim yapılmasına olanak tanıyacak ortam yaratılacak ve demokratik yollarla bir iktidar kurulacaktı. Bu zamana kadar da, BM Barış Gücü askerleri ülkede kalacak ve seçimlerin ardından Ruanda’dan ayrılacaktı.

Ancak Ruanda’nın en büyük iki kabilesi olan Hutu ve Tutsiler’in liderleri, barış görüşmesi için gittikleri Tanzanya dönüşünde, içinde bulundukları uçağın BM’nin “güvenli bölge” ilan ettiği bir yerden ateşlenen füzelerle düşürülmesi sonucu öldü.

Bu olayın ardından Ruanda’da başlayan iç savaşta 1 milyona yakın kişi öldü. Barış Gücü’nün askerleri, hem “güvenli bölgeden” ateşlenen füzeler hem de iç savaş başladığında, ülkedeki sayılarının azaltılmasıyla tartışma yarattı. Kalan kuvvetler hakkında da, Hutu ve Tutsiler’e silah sağlamak, tecavüz ve yasa dışı güçlere gizli eğitim vermek gibi suçlar bağlamında güçlü iddialar ortaya atıldı ve bunlardan bazıları da kanıtlandı.

Srebrenica
Barış Gücü ile ilgili bir diğer ayyuka çıkmış skandal, Bosna Savaşı’nda, Srebrenica’da yaşandı. Savaşın en hareketli günlerinde “güvenli bölge” ilan edilen ve Hollandalı Barış Gücü askerlerince korunan Srebrenica’ya, evsiz kalan ve yakınlarını kaybeden Boşnaklar yerleştirildi.

Fakat Hollandalı birlikler, bölgeye gelen ve katliam yapan Sırplara engel olmadı; üstüne üstlük kimi zaman onlara göz yumarak kimi zaman da işbirliği içine girerek cinayet, tecavüz ve soykırıma ortak oldu.

Söz konusu Hollandalı askerler yargılanmak bir yana, 2006 yılında Hollanda hükümeti tarafından şeref madalyası ile ödüllendirildi. Bir anlamda Srebrenica’daki skandal, bir başka skandalla bütünlendi.

Kongo…
2001’den bu yana Barış Gücü askerlerinin Kongo’daki faaliyetleri sırasında imza attığı skandallar, yine BM üzerinde kara bulutların dolaşmasına neden oluyor.

İlkin 2003’te Kongo'da görev yapan Barış Gücü askerlerinin, mültecilere cinsel tacizde bulunduğu yönündeki iddialar ortaya atılmış ve bunların kanıtları gün ışığına çıkarılmış, dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan da, bunun üzerine açıklama yapmak zorunda kalmıştı. Böylece 2001’de reddedilen iddialar da ilk ağızdan doğrulanmıştı.

Ekim 2004’te Uluslararası Af Örgütü’nün yayımladığı rapor, Kongo’da hem savaşan grupların hem de Barış Gücü askerlerinin toplam 40 bin kadına tecavüz ettiğini ortaya koydu.

Silah, altın ve fildişi…
Barış Gücü’nün Kongo’da karıştığı skandallar bununla da bitmiyor. BBC’nin dünyaya duyurduğu bir başka gerçek, BM askerlerinin isyancılara silah sattığına ilişkin.

Pakistan ve Hindistan’ın Barış Gücü komutasındaki askerlerinin, altın ve fildişi karşılığında isyancılara silah sağladığı belirlendi. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün BM’den sorumlu bölüm başkanı Steve Crawshaw “BM’nin siyaset yaptığı” görüşünde.

NTVMSNBC’ye konuşan Crawshaw, “isyancılara altın karşılığında silah satıldığının belgelendiğini, buna ilişkin fotoğraf ve belgelerin ellerinde olduğunu; bir diğer raporda, ülkedeki altın kaçakçılığını gün yüzüne çıkaran yazışmaların yer aldığını” belirtiyor.

Crawshaw, “7 milyon dolarlık altın kaçırıldığına” değinirken “BM’nin, olayı Pakistanlı bir kişinin üzerine atarak küçük göstermeye çalıştığını” da ekliyor. Crawshaw’ın dikkat çektiği bir konu da “bu silah satışının daha çok insanın ölümüne yol açacağı.” BM’nin, sözü geçen altın kaçakçılığı ve silah satışını kendi raporlarına yazmadığını da ısrarla vurguluyor Crawshaw.

Crawshaw’a göre bunun nedeni ise gayet açık: “BM, kendisine en çok asker veren Pakistan’ı kaybetmek istemiyor.”

BM’ye parasal yönden de destek sağlayan Pakistan, olayların açığa çıkarılması nedeniyle “askerimizi geri çekeriz” tehdidi yöneltiyor. Maddi ve askeri desteğin kesilmesi ise BM’nin işine gelmiyor.

Buradan bakıldığında Kongo’da görev yapan BM Barış Gücü askerleri, BM’nin güvenilirliğinin bir kez daha sorgulanmasına neden oluyor.

Bir anlamda geçmişte yaşanan trajik örneklere benzer biçimde, Barış Gücü’nün Kongo’da “barışa” katkıları da enikonu tartışılıyor…

21 Nisan 2008 Pazartesi

BÜYÜK FOTOĞRAF VE KAPATMA DAVASI
ALİ BULUNMAZ

Günümüzde, çokuluslu şirketler ve onların yörüngesindeki iktidarlarca ülkeleri yönetme ve nüfuz edilen bölgelerde sosyal yapıyı değiştirme esas alınıyor. 1991’den bu yana Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması adlı çalışmasında geçen şu satırlardan devşirilmiş bir senaryo filme çekiliyor: “Dünya düzeninin yeniden kurulduğu şu süreçte farklılıkları belirleyen şey politik ve ekonomik ayrışma değil, kültürel farklılıktır. Önümüzdeki dönemde ideolojik kamplaşmaların yerini, kültürel ve dini kamplaşmalar alacaktır. Politik sınırlar giderek kültürel sınırlarla çakışacak şekilde, yani etnik ve dini sınırlarla yeniden çizilecektir. Dolayısıyla medeniyetler arasındaki fay hatları küresel siyasetteki başlıca çatışma hatları haline gelecektir.”

ABD’nin 11 Eylül’den sonra açıktan yürüttüğü BOP (Büyük Ortadoğu Projesi), kadim müttefikleri ve AB’nin büyük çoğunluğu tarafından desteklenen, geniş zamana yayılmış bir işgal tasarısından başka bir şey değil. Bunun yürütülmesinde, belli yerelliklerin “evrensel” olarak sunulduğu küreselleşme söylemi yanında, “özgürlük” ve “demokrasi” gibi kavramlara da başvurulabiliyor. Etnik ve dini ayrışma, gerilim ve hatta çatışma senaryoları üretilip, BOP’un çemberi içindeki ve teğet geçtiği ülkelerin zayıflatılması öngörülüyor. Yerelliklere hapsolan-hapsedilen toplumlar da, büyük fotoğrafı ve hedefleri görmekte başarısız oluyor.

Bugün Türkiye’nin ayaklarını bastığı coğrafyada oynanan oyun, Atlantik ötesinden yönetilen ve bu yönetimin kendisiyle tam bir işbirliği gerçekleştirecek iktidarlar yaratma zeminine oturtulmuş durumda. Türkiye’de bu görev ve sorumluluğu üstlenen dini referanslı, tarikat-cemaat kökenli oluşum ABD şefliğinde, kendisine verilen destek ve kredi sayesinde, BOP’un ana amaçlarını hayata geçirmeye çabalıyor.

Bunlardan birincisi, AKP’nin Türkiye’de toplumu hızla muhafazakârlaştırması. Bir başka deyişle, ABD ve AB’nin öngördüğü “ılımlı İslam” hedefine uygun şekilde ve AKP iktidarına göre toplum yeniden biçimlendiriliyor. Bu doğrultuda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerini sığ tartışmalarla “modası geçmiş” olarak gösterme gayreti ağır basıyor. Aynı zamanda AKP, yarattığı biz-onlar ayrışmasını kullanarak kendinden olmayanı dışlıyor ve yandaş demokrasisine uygun biçimde kadrolaşıyor.

İkinci amaç, ABD ve AB tarafından desteklenen iktidara yönelik güçlü bir muhalefet gelişmesini engellemek. Bu bağlamda aldığı destekle AKP kendi sermayesini, çıkar ve baskı gruplarını oluşturarak hareket alanını genişletirken, hem siyasi hem de toplumsal muhalefete ket vuruyor. Güçlü muhalefeti engelleme amacının diğer tarafında, din-ticaret-siyaset üçgeninde ve ABD-AB “düşünce kuruluşları”nda köşe tutan toplum mühendisleri yardımıyla AKP, Türkiye’de kendi medyasını da kurguluyor. Bu medya ise doğal olarak, psikolojik savaşta iktidar sözcülüğü gibi bir görev de üstlenmiş oluyor.

Söz konusu medyanın yaptığı vurgu açık: “Türkiye’de bir iktidar mücadelesi var, bu mücadelenin bir yanında ulusalcılar, yargı ve 1923 Aydınlanması’nı savunan ‘statükocu anlayış’; öte tarafta küreselleşmeden, AB’den, ‘demokrasi’, ‘özgürlük’ ile ‘ekonomik ve siyasi istikrardan’ yana olan ‘ilerlemeci’ bir kesim bulunuyor.” Kavram ve algılamaların kasıtlı biçimde, adı geçen dinci-tarikatçı ve yandaş medya ile iktidar tarafından birbirine karıştırıldığı bir ortamda, “halkın zihnini ne kadar bulandırsak kardır” güdüsü, tüm söylem ve eylemlere yön veriyor.

Bu arada IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmasıyla oluşturulan Sosyal “Güvenlik” Yasa Tasarısı’nın açacağı gedikler, “sivil” Anayasa’nın bağımsız yargıyı tasfiye amacı, tarikat-cemaat yapılanmasının tüm ülkeye egemen oluşu geri düzleme itiliyor. Bununla beraber Vakıflar Yasası’nın yaratacağı olumsuzluklar; ekonominin, yabancı yatırımcının faizini toplamak üzere Türkiye’ye soktuğu sıcak paraya bağımlı hale gelişiyle beliren tehlikelerin ve kimi AB reformları altına gizlenen, Türkiye’yi adeta sömürge ülkesi konumuna getiren maddeler de gözden kaçı(rılı)yor. Aynı şekilde büyük biraderin Ortadoğu, Kafkaslar, Doğu Avrupa, Orta Asya ile nihayet Türkiye’ye enikonu yerleşme harekâtının da üstü örtülüyor. Bunun ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel anlamda yaratacağı gerilim ve çatışmaları hesap etmek de aynı oranda zorlaşıyor.

Kısacası, Türkiye’nin büyük fotoğraftaki yeri ve işlevini (: bağımlı ve “ılımlı İslami” yönetim örneğinin) görmesi engellenmeye çalışılıyor. Türkiye’ye nasıl faydacı bir anlayışla bakıldığının, kendisinden istenenleri-istenecekleri yerine getirmeye mahkûm edilen-edilmeye çabalanan bir sömürge ülkesi biçiminde nitelenişi ve buna herhangi bir tepki geliştirilmesinin sıkı şekilde denetlenmesi de, iktidarın “büyüme”, “istikrar” ve “demokrasi” söylemleri sayesinde özenle dikkatlerden kaçırılıyor.

İşte AKP’ye yönelik kapatma davası için koparılan fırtına ile bu bağlamda, AB’nin iktidar partisini yönlendirme ve Türkiye’nin iç işlerine (ve yargısına) aleni şekilde karışma cüretkârlığı da her şeyi yerli yerine oturtuyor. “Ilımlı İslam” yörüngesine itilen Türkiye’den Avrupa, ABD ve Arap basınında (ve nihayet Türkiye’deki yandaş medyada da) sıkça yer alan ifadeyle “katı laiklik” uygulaması ve ulus devlet anlayışının sonlandırılması isteniyor. Bu şifrenin altında ne yatıyor? 1923 Aydınlanması’nın kazanımlarının olabildiğince törpülenmesi, “ılımlı İslam” projesine uyarlanan “laikliğin geriye itildiği demokrasi” anlayışının yerleştirilmesi, bunun iktisat ve kültür politikalarıyla desteklenmesi…

ABD ve AB, adeta bir deney alanı gibi gördükleri Türkiye’ye özgü bir “demokrasi” kurgulamaya yönelmiş durumda. Bu noktada Türkiye’nin kurucu unsurlarının edilginleştirilip, ABD ve AB’nin dayattıklarının koşulsuz biçimde kabullenilmesi talepleri gündeme getiriliyor.

Meselenin bam teli bu anda tınlıyor. Türkiye’nin BOP ile çevrelenmesi, buna uygun bir iktidar modelinin istikrarının devamının sağlanması, bağımlılık politikaları ve ABD-AB’nin desteklediği iktidar biçimiyle, (özellikle AB tarafından) Türkiye’den siyasi-sosyal-ekonomik-kültürel her türlü tavizin alınması öngörülüyor. Barroso’nun, Türkiye ziyaretinde sarf ettiği şu sözler de bunu doğruluyor: “Başkalarına zaman zaman taviz vermeniz gerekir. Taviz, zaaf değil; tam tersi Avrupa’nın uzlaşı ruhudur.” Buradaki ifadenin altında yatan ise, Barroso’nun TBMM konuşmasında “ortak çıkarlar” şeklinde etiketlendirdiği salt AB çıkarları.

ABD projesi olan ve AB tarafından da korunup kollanan AKP, bunlara kapı aralıyor. AB ve ABD’nin, AKP’ye kapatma davası açılışına içerleyip, eleştiri dozunu aşan tepkiler vermesinin başlıca nedeni bu. AB ile ABD için, Türkiye söz konusu olduğunda dillendirilen “demokrasi” ve “özgürlük” ise, işin kenar süsünden ve sömürülesi kavramlarından başka bir şey değil…

14 Nisan 2008 Pazartesi

RUSYA VE FETHULLAH GÜLEN OKULLARI
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de, ABD’nin “ılımlı İslam” projesi kapsamında desteklediği Fethullah Gülen cemaatinin, Said-i Nursi eksenindeki altyapısı özellikle eğitimde son derece etkin bir duruma getirilmeye çalışılıyor. Keza devlet okullarında, özel okulların büyük çoğunluğunda ve MEB’in internet siteleri ile ilk ve ortaöğretim okullarının sanal ortamdaki sayfalarında Gülen ve Said-i Nursi’ye övgüler yağdırılıyor.

Eğitim ve öğretim programları, bu akımın müritlerince hazırlanıyor. Gülen ve Nursi’nin kitapları öğrencilere tavsiye ediliyor.

Rusya’da ise Gülen cemaatine bağlı okullar, ağırlıklı olarak son iki yıldır dikkatle inceleniyor. Bu incelemenin ardından da, cemaate bağlı okullar birer birer kapatılıyor, cemaatin Rusya’daki ileri gelenleri sınır dışı ediliyor.

Türkiye’deki işleyiş…
Rusya’nın başlattığı temizlik operasyonunu kavramak için, Gülen cemaatinin ete kemiğe bürünüş noktası olan Türkiye’deki faaliyetleri ile cemaatin dışa açılışını ve Rusya’ya uzanışını kısaca ortaya koymak gerekiyor.

Gülen cemaatinin ana işleyişi pragmatizm üzerine kurulu. 1980’lerde etkinleşmeye ve sivrilmeye başlayan cemaat, hükümetlerle işbirliği ve bunun sonucundaki kadrolaşmayı esas alıyor. İşbirliği ve kadrolaşma medya, eğitim ve ekonomik güç ile tamamlanıyor.

Siyasal İslam’ın önemli kollarından olan cemaat, 1990’ların ikinci yarısı ve özellikle 2001’den sonra hayata geçirilmeye çalışılan “ılımlı İslam” hedefi doğrultusunda ABD tarafından sınırsızca desteklendi. Bu destek sayesinde hızla dünyaya açıldı ve eğitim kurumlarını yüzlerce ülkeye yaydı. Bir anlamda ABD, nüfusunu ve nüfuzunu arttırmak için cemaatin kendisini ve eğitim kurumlarını kullandı.

Rusya
ABD’nin bu kullanım alanlarından biri de Rusya ve 1991’den sonra SSCB’den bağımsızlığını kazanan Orta Asya cumhuriyetleri.

Soğuk Savaş boyunca Sovyetlere karşı radikal İslam’ı (yeşil kuşak) palazlandıran ABD, komünizmle mücadelenin merkezine bunu koydu. El Kaide ve Taliban da aynı dönemde yaratıldı.
Soğuk Savaş sonrasında ABD için yeni tehlike, eski müttefiki radikal İslam’dı. Bunun panzehiri olarak “ılımlı İslam”ı öneren ABD, El Kaide ve Taliban ile diğer İslamcı örgütleri düşman ilan etti.
Ortadoğu ve SSCB’den boşalan alanda rejim değişiklikleri ile ekonomik kuşatma kartını kullandı.

Ortadoğu’da “ılımlı İslami” rejimler yaratmaya, Soğuk Savaş sırasında kendisinin müttefiki olan kimi diktatör ve yönetimleri ortadan kaldırmaya girişti.

SSCB’nin boşalttığı veya müttefiklerinin ağılıkta olduğu Doğu Avrupa, Afrika ve Orta Asya’da ekonomiyi kullandı. İşte Afrika ve özellikle Orta Asya ile Rusya’da, Gülen cemaati ABD’nin en önemli aracı haline geldi. Kafkasya, Çeçenistan ve Orta Asya’da Gülen okulları yoluyla nüfuz arttırmaya çabaladı.

Ancak Rusya, son iki yıldır Gülen okulları ile ilgili derin bir inceleme başlattı. Okullara ve Said-i Nursi kitaplarına yasak getirdi.

Bunun başlıca nedenleri cemaatin siyasal İslam’a bağlılığı, ayrımcılığı körüklemesi ve söz konusu ayrımcılıkla eylemselliği birleştirmesi ve Türkiye’de 22 Temmuz seçimleri sonrasında siyasal İslam’ın yükselişe geçmesi.

Bu bağlamda Rusya’nın temel kaygılarından biri de, Kafkasya ve Çeçenistan’da örgütlü siyasal İslamcı oluşumların, Gülen cemaatiyle ilişkisi ve sonrasında bölgede yaşanabilecek; hatta kendi topraklarına sıçrayabilecek gerilim ile çatışmaya kapı aralayabilecek olması.

Rusya’nın Gülen cemaatini izlemeye alması ve ülke içindeki eğitim faaliyetlerini yasaklamasının altında yatan temel nedenler bunlar.

Gülen hareketi, amaca ulaşmada eğitimi kilit taşı olarak kullanıyor. Cemaat okulları CIA işbirliğini, ABD kültürü ve siyasal İslam’ı harmanlamasının yanında “ılımlı İslam” yol haritası bağlamında Hıristiyanlık ve İslam’ın yeni bir sentezini yaratıyor. Bunu yaparken “medeniyetler ittifakı” ve “dinlerarası diyalog” söylemleriyle etki alanını genişletmeye çalışıyor.

Rusya bunu fark etti, bu planın bir ayağının kendisini çevreleme harekâtı olduğunun ayırdına vardı…

7 Nisan 2008 Pazartesi

YENİ NATO VE RUSYA…
ALİ BULUNMAZ

Bugün büyük sermaye grupları, silah üreticileri ve dünyayı yönlendiren devletler, terörü kullanıp iktisadi açıdan besliyor mu? Bu soruya olumsuz yanıt vermek neredeyse imkansız.

ABD Başkanı Bush, Bükreş’teki NATO zirvesinde ne dedi?

“Afganistan’a ek asker göndermedikçe 11 Eylül’ün benzerlerini kendi topraklarımızda yaşayabilir; yeni terörist saldırıların hedefi olabiliriz.”

11 Eylül’ün yaşanmasına neden olan ve günümüzde ABD’nin “küresel mücadele” başlığı altında yürüttüğü “teröre karşı” harekâtların yöneldiği, El Kaide veya Taliban örgütlerinin yaratıcısı kim?

Bush, Afganistan’a ek asker isteyerek ve söz konusu terörist oluşumların adını anarak, bir bakıma tüm dünyaya gözdağı verdi. ABD’nin “terörle mücadele” söylemi, her türlü hukuk tanımazlığın meşrulaştırılmasının yolunu açıyor. Bush’un giderayak verdiği gözdağı ve bunun için NATO’nun kullanılacağının açık bir hal alması, bize ne anlatıyor?

Yeni NATO
NATO’nun yapısı ve eylem alanı artık genişletiliyor. NATO, 21. yüzyılda bir dönüşüm geçiriyor. Dünya bekçiliğine soyunan ABD’nin kolluk kuvveti olarak NATO’yu kullanacağı belirginleşiyor. Bükreş’teki zirve, NATO’ya ilişkin hangi ip uçlarını veriyor?

Öncelikle tüm dünyada daha da etkinleşen bir NATO önümüzde duruyor. ABD, NATO aracılığıyla düzenleyeceği harekatlara yasallık kazandırma ve uluslararası boyut katma amacını güdüyor.

Bunun için girizgahı, Afganistan ısrarıyla yapıyor. Afganistan’a ek asker talebinin altında ne yatıyor?

- Ülkede işlerin ABD açısından iyi gitmemesi mi?
- Pakistan’daki gergin durumun varlığı ve ülkenin çok daha rahat kontrol altına alınma çabası mı?
- Çin’in yükselişine karşı bölgede kalıcı ve güçlü bir üs yaratma girişimi mi?
- İran’a düzenlenmesi gündeme getirilmeye başlanan harekat için yığınak yapmak mı?
- Rusya’ya daha yakın olmak mı?

Rusya etkisi
Yeni NATO, ABD’nin ağırlığıyla oluşturulurken, Rusya da en az ABD kadar NATO zirvesinde etkili olduğunu gösterdi. Bükreş’teki zirvede tartışılan konuların başında, Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya üyeliği idi. Almanya ve Fransa’nın başını çektiği grup, bu iki ülkenin üyeliğine onay vermeyince plan suya düştü.

Almanya ve Fransa ile birlikte İtalya, İspanya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg, doğalgazda bağımlı oldukları Rusya’dan çekindikleri için, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliğini evetlemedi. Rusya bir anlamda, zirvede doğalgaz kozunu kullanarak ağırlığını hissettirdi.

Bükreş zirvesi NATO’nun yeni bir yapılanmaya gittiğini ve genişleme eğilimine gireceğinin işaretlerini verdi. Soğuk Savaş’ta Sovyetler Birliği’ne karşı kurulan NATO, 21. yüzyılda yeni işlevler üstlenecek gibi.

“Yeni bir Soğuk Savaş mı?” sorusu gündeme geliyor. Putin soruya “bu kimseye yarar sağlamaz, çünkü kimsenin bunda bir çıkarı yok” yanıtını verdi.

Ancak dünya görünümünün nasıl şekilleneceği, dolayısıyla yeni bir Soğuk Savaş’ın kime ne yarar sağlayacağı ya da sağlamayacağı gelecekte ortaya çıkacak. Putin’in “yarar-çıkar” kavram çiftini kullanmasının altında bu yatıyor olabilir mi? Göreceğiz…

31 Mart 2008 Pazartesi

CHENEY NE ALDI?
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’nin yoğun gündemi; şafak baskınları, gözaltılar, muhbir “gazetecilerin” ihbarları ve tepkiler, Cheney’nin ziyaretinin yeterince tartışılmasını engelledi.

Türkiye’ye gelmeden önce, Cheney’nin gündemindeki maddelerin Afganistan’a ek asker gönderilmesi ile İran’a karşı kurulacağı söylenen füze savunma sistemi olduğu biliniyordu. Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklaması, bu iki konunun hiç konuşulmadığı yönündeydi.

Erdoğan, “Cheney bizden Afganistan’a ek asker gönderilmesi konusunda kesinlikle bir talepte bulunmadı” biçiminde bir açıklama yaptı. Ancak Reuters’a demeç veren üst düzey bir ABD’li yetkili, Cheney’nin temaslarında bu konuyu gündeme taşıdığını şu sözlerle duyurdu:

“Afganistan’a ek asker gönderilmesi konusundaki isteğimizi bildirdik ama Türk hükümetinden ne asker verilmesi ne de Afganistan’daki desteğin arttırılmasıyla ilgili destek alabildik.”

Dışişleri Bakanı Ali Babacan da “Cheney Afganistan için asker talebinde bulunmadı, talep NATO’dan geldi” diyerek, bir anlamda üst düzey ABD yetkilisini doğruladı.Babacan’ın, NATO’nun isteğine karşılık AKP hükümetinin takınabileceği tavır ise, şu satırlarda kendini hissettiriyor:

“Pakistan’a yansıyan olumsuzluklar çerçevesinde, Afganistan’da olup bitene sessiz kalamayız ve bu doğrultuda NATO’dan gelecek isteğe tüm kapıları kapatamayız.”

Erdoğan ve Babacan, ABD’nin asker isteğinde bulunmadığını belirtiyor. Babacan buna ek olarak, asker talebinin NATO’dan geldiğini vurguluyor.

Şimdi sorulması gereken şu: NATO’daki etkin güç hatta tek karar mercii kim? Bir başka deyişle NATO ile ABD’yi özdeşleştirmek, yanlış bir belirleme olur mu?

***

Cheney’nin ziyaretinin bir diğer ilginç yönü, Türkiye’ye gelişinde Bush’un isteğinin etkili olmasıydı. Keza Cheney, ziyaret sonrasında “Ankara’ya Başkan Bush’un isteği üzerine geldim, burası programımda yoktu” diyerek bir başka gerçeği hatırlatmış oldu.

Cheney, 1 Mart tezkeresinin meclisten geçmemesi sonrasında, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’ye mesafeli durmayı tercih etti. Hatta Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirilmesi olayının arkasında Wolfwitz ile beraber Cheney’nin bulunduğu da, ABD’li çeşitli kaynakların sağlam iddialarından. Buradan bakıldığında, Cheney ile Tayyip Erdoğan’ın Beyaz Saray’daki fotoğraflara benzer şekilde el sıkıştığı karelerin, gerçeği ne kadar yansıttığı da ayrı bir tartışma konusu.

Tüm bu verilerin ışığında, Cheney’nin Kuzey Irak ziyareti sonrasında sarf ettiği “ilk kez ‘Kürdistan’ı ziyaret etme fırsatı buldum” sözü, bir anlamda istediğini alamayan bir gölge başkanın Türkiye’yi üstü kapalı biçimde tehdit etmesi olarak yorumlanabilir mi?

Aynı şekilde Barzani’nin “bizi dikkate alın” türünden açıklamaları, Cheney’nin örtük “Kürdistan” tehdidi ile paralellik göstermiyor mu?

Bu arada, İran’ın terörist saldırıları bahanesiyle Türkiye’ye kurulması hedeflenen ve Rusya’yı, ABD’nin kendisini çevreleme girişimi olarak kabul ettiği füze kalkanı projesi, Cheney’nin Ankara ziyareti sırasında gündeme gelmedi mi? Kapalı kapılar ardında neler konuşuldu?Bunları öğrenmek için biraz daha zamana ihtiyaç var anlaşılan…

24 Mart 2008 Pazartesi

CHENEY’NİN ÇUVALI…
ALİ BULUNMAZ

Robert Fisk, 19 Mart günü The Independent’daki yazısında, Irak işgaliyle ilgili şunları söylüyordu: “Demokrasi için mi, petrol için mi oradayız? İsrail için mi? Kitle imha silahları için mi, yoksa İslam korkusu için mi? (…) Varlığımız, gücümüz ve terörümüz bizi uçuruma itiyor. Artık Müslüman dünyasını yalnız bırakmadan, Ortadoğu’daki felaketi önleyemeyeceğimizi anlamamız gerekiyor.”

Bush, ABD başkanlık koltuğuna oturduğunda genel kanı, eğer hata yaparsa etrafında onu dizginleyecek isimlerin bulunduğu idi. Hatta bu isimlerin başında da Dick Cheney gösteriliyordu. Ancak 11 Eylül’ün ardından, Afganistan ve Irak işgallerinin mimarlığını Cheney’nin yaptığı anlaşıldı. Karanlık ilişki ve işgallerin ardından hep Cheney çıktı. Afganistan ve Irak işgalinin 5’inci yılında Cheney, Ortadoğu gezisinde “sürpriz” ziyaretler gerçekleştiriyor.

Gülümsemeyen adam
Gölge başkan; ABD Başkan Yardımcısı Cheney, Ortadoğu gezisine Irak’la başladı. Buradaki ana durak ise Bölgesel Kürt Yönetimi’ydi. “Iraklı Kürtlerle özel dostluk geliştirdiklerini” söyleyen Cheney, “federal, çoğulcu, demokratik Irak”tan bahsetti.

Türkiye’de kendisini yakından tanıyan gazetecilerin aktardığına göre, neredeyse hiç gülümsemeyen Barzani de, Cheney’ye büyük bir mutlulukla “Irak Anayasası’na bağlı oldukları ve sorunların çözümü için pozitif rol oynayacaklarının” güvencesini verdi.

ABD ile Bölgesel Kürt Yönetimi arasındaki yakınlığın ve burada resmen kurulması beklenen kukla devletin, Cheney tarafından “federasyon” sözcüğü ile muştulanması da ayrıca öneme sahip. Çalakalem yorumlarda “ABD Kürtleri gözden çıkardı” şeklindeki belirlemeler ise, Cheney’nin Irak’ın kuzeyinde kullandığı ifadelerle uyuşmuyor.

Afganistan
Cheney’nin ikinci durağı ise Afganistan’dı. Bir süredir burada kontrolü elden kaçırdığını hisseden ABD, NATO eliyle ülkeye ek asker getirilmesi talebini bir kez daha dillendirdi.

Özellikle Taliban denetimine geçmeye başlayan Helmand vilayetine ek askeri birlik gönderilmesi için Cheney, Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai ile görüş birliğine vardı. Washington ve NATO’nun isteği, burada Taliban’la savaşacak muharip birlikler konuşlandırmak.

Ancak NATO üyeleri bu isteğe sıcak bakmıyor. Bu bölgede dikkate değer kayıp veren İngilizler, yoğun kamuoyu baskısıyla baş etmeye çalışıyor. İşte bu noktada Cheney’nin Ankara ziyareti büyük önem kazanıyor.

Ve Türkiye…
Cheney’nin Ankara ziyaretinin iki boyutu var. Birincisi Afganistan’ın Helmand vilayeti için düşünülen muharip gücün Türkiye’den sağlanması. Bu bağlamda 7 bin 500 asker için AKP ile “pazarlığa” girişecek olan Cheney, Kuzey Irak’a harekat izni verilişinin ve "istihbarat paylaşımının" karşılığını bu şekilde almak niyetinde.

Ancak Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, PKK ile mücadele söz konusu olduğundan, Afganistan’a ek asker gönderilmesine karşı çıkıyor. Dışişleri Bakanı Ali Babacan ise Cheney’nin ziyareti öncesi Ankara’ya gelen Afganistan Dışişleri Bakanı Dafdar Spanta ile yapılan görüşmeden sonra “Afganistan’a her türlü desteği verme eğiliminin ağır bastığını” dile getirdi.

Bir anlamda AKP hükümeti köşeye sıkışmış durumda. Kuzey Irak’a düzenlenen kara harekatı için ABD’nin iznini alan AKP, şimdi “stratejik ortağın” bunun karşılığındaki isteğini TSK’nin ve kamuoyunun muhalefetine rağmen, bir şekilde yerine getirme çabasında olacağının işaretlerini verdi.

Cheney’nin ziyaretinin ikinci boyutu, İran’a karşı kurulacak füze kalkanı tasarısı. ABD’nin daha önce Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya kurmak için, bu ülkelerin hükümetleriyle anlaştığı sistemin bir ayağı da Türkiye’de olacak.

Buna göre İran, söz konusu sistemle çevrelenirken; İran’ın iç kesimlerindeki nükleer tesislerin vurulması amacıyla da bu sistem kullanılacak. ABD’nin hedefi, Türkiye ile birlikte Irak ve Körfez ülkelerine toplam 10 adet füze kalkan sistemi kurmak.

ABD, Afganistan’da kontrolü sağlamaya çalışırken, öte yandan BOP’un bir diğer ayağını, İran planını gün geçtikçe ısıtıyor. Cheney, çuvalında bunlara yönelik isteklerle çıktığı Ortadoğu gezisi kapsamında Ankara’da olacak.

Türkiye Cheney’nin en önemli durağı. Çuvaldan yine kötü kokular geliyor…

17 Mart 2008 Pazartesi

İŞGALİN YILDÖNÜMÜ VE HUKUK
ALİ BULUNMAZ

ABD’nin Irak’ı işgalinin üzerinden tam 5 yıl geçti. 2003’ten bu yana oluşan tablo ve işgalin bilançosunu veren rakamlar korkutucu boyutta:

-Irak, radikal İslam’ın ve bunu kullanan terör örgütlerinin üssü haline geldi…
-Mezhep çatışmaları ve iç savaş Irak’ı kuşattı…
-Resmi rakamlara göre 1 milyon sivil hayatını kaybetti…
-3.5 milyon kişi evsiz kaldı…

Irak’ta yaşanan dehşeti anlatmak için bu rakamlar ve varolan tablo belirli bir fikir verebilir. Ancak konunun hukuki ve psikolojik boyutu var ki bu, gelecekte yaşanabilecek gerginliklere kapı aralıyor.

Küresel paranoya
11 Eylül ve ardından gelen Afganistan; ama özellikle Irak işgalleriyle zihinlere kazınan “terörle küresel mücadele” kavramı, ABD ile işgal edilen ülkelerde önemli ve bir o kadar da insanlık ve hukuk dışı uygulamalara ön ayak oluyor.

Bu bağlamda ortaya çıkan korku, kaygı, yabancı düşmanlığı ve terör endişesi körüklendikçe, küresel paranoya hem siyasi hem de psikolojik anlamda kullanılabilir bir malzemeye dönüşüyor. İstihbarat faaliyetleri, teknolojik olanaklardan yararlanma ya da bunları dolaşıma sunma, göçmen politikaları ve daha pek çok konu, küresel paranoya ile “terörle küresel mücadele”ye göre şekilleniyor.

En son örnek ABD’nin başlattığı fişleme operasyonu. Vatan gazetesinin Pittsburg Post Gazette’den aktardığı özel haberinde (10.03.2008) yer alan bilgilere göre ABD, ülkeye göçmen olarak yerleşmek isteyenlere yönelik kullanılabilecek terör listesi hazırlama çalışmalarına başladı.

ABD’nin “potansiyel terörist” listesine, çeşitli ülke vatandaşları giriyor. İran, Suriye, Kuzey Kore, Mısır, Ürdün, Türkiye bunlardan birkaçı. Listede yer alan ülkelerin vatandaşları veya yakınları, ABD’ye göçmenlik başvurusu yaptığı anda, olağan şüpheli durumuna düşecek. ABD bu kişilere “özel ilgi gösterilmesi gereken yabancı” diyor. Dolayısıyla aşırı güvenlik denetiminden geçecek bu kişiler, tüm aşamaların tamamlanmasının ardından sonuç “olumluysa” ABD’de göçmen olarak kalabilecek.

Peki ya hukuk?
Georgetown Üniversitesi hukuk profesörü David Cole, “bu ülkelerin listeye alınmasının dünya nüfusunun yüzde 20’si şüpheli hale getirildiğini” vurguluyor. Cole’a göre “insanların dini ve etnik gerekçelerle sınıflandırılması, ABD Anayasası ile çelişiyor.”

Aynı biçimde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 2. maddesi de açık:

“Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir ulusal veya toplumsal köken, servet, doğuş veya herhangi diğer fark gözetmeksizin Bildirge’de ilan edilen tüm haklardan ve tüm özgürlüklerden yararlanabilir.”

Yine 11. maddenin ilk fıkrası da “kimse açık bir yargılama ile kanunen suçlu olduğu belirlenmedikçe suçsuzdur” diyor.

ABD’nin “terörle küresel mücadele” amacıyla uyguladığı politikalar ile açtığı psikolojik ve askeri savaşlar hukuk tanıyor mu?

Irak’ın işgalinin 5. yılında, geride kalan yaşanmışlıklara ve rakamlara bakılarak bu sorunun yanıtı kolayca bulunabilir…

10 Mart 2008 Pazartesi

KÜÇÜK PRENS VE ABD ASKERLERİ…
ALİ BULUNMAZ

Irak ve Afganistan’daki 1 milyondan fazla ölüden, yüz binlerce kişinin kaybından sorumlu olanlar kim? Buradaki gizli işkence üslerinden, hapishanelerden ve CIA uçuşlarından? Kadınlara, genç kızlara uygulanan ruhsal ve fiziksel şiddetten? Tarihin yok edilmesinden?

“Terörle küresel savaş” diyerek yola çıkanlar ve onlarla ortaklık kuranlar, bunun bedelini nasıl ödeyecek? Bu, bilinmiyor. Daha doğrusu bunun yanıtı belli: Kimse bir bedel ödemeyecek, aksine yakıp yıkılan, yok edilen, işkence tezgahlarından geçen halklar “eski yöntemlerle” kandırılacak; “mutluluk” ve “refah” dağıtıcıları onlara küçük bir dünya yaratacak.

Kahraman Prens
Yıllardır yapılan bu: Ortadoğu’nun zenginliklerini sömürüp, buralara petro dolarlar karşılığında silah ve ürün satmak. Bir anlamda ipleri elinde tutmak…

Geçtiğimiz haftalarda dünya basınında iki haber yayımlandı. Bunlarda birincisi, İngiltere Prensi Herry’nin Afganistan’da “savaştığının” ortaya çıkışıydı. Bununla beraber bazı fotoğraflar da ekteydi. Prens Herry, hemen hemen kendi yaşıtı olan ve eşek üstündeki bir çocukla karşı karşıya. Prens’in elinde tam otomatik bir tüfek. Viraneler arasında dolaşıyor…

Afganistan’da adeta sanal alemdeki bir savaş oyununda gibi dolaşan Prens Herry’nin, bölgede bulunduğu anlaşılınca önce güvenli bir yere gönderildi, ardından İngiltere'ye getirildi. Kendisiyle yapılan bir söyleşide “dört gündür yıkanmadığını, elbiselerinin pis olduğunu; ancak hayatının en normal günlerini yaşadığını, gece hayatını özlemediğini, erlerle konuşmanın çok daha eğlenceli olduğunu” belirtti.

ABD askerleri…
Prens’in Afganistan macerası dünya basınında popüler kültür çekiciliği ile verilirken, Irak ve Afganistan’da görev yapmış ABD’li askerlerin yaşadıkları ve uyguladıkları da gündeme geldi.

Afganistan’da görev alan askerlerden Perry O’Brienbir kişinin akşam saatlerinde sokakta bulunması, onun öldürülmesi için en önemli gerekçeydi” diyor. Gece evlere baskınlar düzenlediklerini belirten O’Brien, “buna karşı çıkan arkadaşlarının diğerleri tarafından ruhsal veya fiziksel biçimde cezalandırıldığını” ifade ediyor.

Logan Laituri ise Irak’ta görev yapmış. Laituri, komutanlarının “masum bir sivili öldürdüğünüzde korkmayın; yanına bir silah bırakın ve çatışmaya girmişsiniz izlenimi yaratın’ dediğini” söylüyor.

Yine Irak’ta görev yapan Jason Washburn'a, üstleri “Iraklıların bir mahallede örgütlenip direnişe hazırlandıklarını; buralarda karargahlar kurdukları” bilgisini vermiş.

Washburn söz konusu yerleri önce top atışına tuttuklarını, ancak sonra mahalleye girdiklerinde sivillerin cesetleriyle karşılaştıklarını anlatıyor. Washburn sözlerini şöyle tamamlıyor: “Buraya gelmeden önce Amerikan askeri olarak onurlu bir iş yaptığını düşündüm, fakat öyle değilmiş…”

***

Washington Times aynı günlerde rakamlara dayanan bazı çarpıcı bilgiler verdi:

-ABD ordusu yanlışlıkla 16 bin 960 kişiyi öldürdü…
-Yanlışlıkla yıkılan ev sayısı ise 28 bin 266…

***

Bir yanda Prens Herry’nin bilgisayar oyunu tadındaki “savaş deneyimi”, öte yanda ABD’li askerlerin Irak ve Afganistan’daki insanlık dışı uygulamaları, diğer yanda ise masum siviller.

Kadınlar, çocuklar, genç kızlar ve delikanlılar…

Bu kirli oyununu uslanmaz ve söz dinlemez nobran aktörleri, pisliğe bulanmış çıkar ilişkileri adına daha kaç tasarıyı, gizli kasalarında bekletiyor acaba?...

3 Mart 2008 Pazartesi

KADIN BEDENİ ÜZERİNDEN SAVAŞ…
ALİ BULUNMAZ

Simone de Beauvoir’ın doğumunun 100. yılındayız. Onun kadın üzerine çalışmaları, kadının 20. yüzyıldaki konumu; hatta bu konumunun iyileştirilmesi bağlamında insanlığa, çok önemli fikirler verdi ve vermeyi de sürdürüyor.

Kadın-erkek eşitliği denildiğinde, ne kadının ne de erkeğin karşı cinsten bir adım ötede veya geride olmaması gerektiğini anlamak zorundayız. Kadının sadece korunacak, kollanıp kendi içine veya hemcinsleri arasında sıkışıp kalmamasının ne denli önemli olduğunu da kavramalıyız.

Bu nedenle Beauvoir’ın “kadın doğulmaz kadın olunur” belirlemesi de, yönümüzü bulmamıza yardım edebilir. Kadını salt beden, işlev ya da “kadınlık görevleri” bakımından ele almak, onun haklarını, özgürlüklerini, karşı cinsle eşit bir varlık ve özne oluşunu atlama demektir.

“İkinci cins”
Tarih boyunca kadın, pek çok dönemde sessiz ve erkeğe göre tanımlanan; erkeğe göre ve erkeğin biçtiği kadar “değerli” bir varlık biçiminde karşımıza çıktı.

Neolitik dönemde de Eski Yunan’da da bu böyledir. Tek tanrılı dinlerin kadına bakışı da, onun “ikinci cins” oluşuna vurgu yapılmasıyla yakından ilişkilidir. Kadın, Yahudilikte annedir; Hıristiyanlıkta bekâretini koruyup, kendini Tanrıya adayan; İslamiyet’te kamu yaşamından uzak ve erkeğin arkasındadır.

Kadının özne olma yolunda sıçrama yaptığı dönem Rönesans’tır. Bu dönemde, bedeni ve güzelliğini keşfeden kadın, erkeğe göre “ikinci sınıf” biçiminde tanımlanmaktan yavaş yavaş kurtulmuştur.

18 ve 19. yüzyıl, kadının atılım yaptığı çağlardır. Bu ivme, 20. yüzyılda doruk noktaya ulaşmış; I. ve II. Dünya Savaşı’yla kadın, ara verdiği özneleşme sürecini, feminizm ile yeniden hızlandırmıştır. Bu hareketin öncülüğünde kadın emek, eşitlik, özgürlük, cinsellik gibi kavramların temele oturtulduğu bir örgütlenme başlatmıştır.

Dolayısıyla kadın “ikinci cins” şeklindeki tanımlamayı, 20. yüzyıldaki bu atılımla önemli ölçüde kırmıştır.

Irak’ta kadın
Ancak şu da unutulmamalı ki, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin büyük bölümünde kadın hala “ikinci cins”tir.

Erkek egemen feodal kültürün baskın olduğu coğrafyalarda, özellikle İslam dünyasında, kadın aşağılanmakta ve onun belli rol-modellerin dışına çıkmasına izin verilmemektedir.

Bugün kadının varolma savaşımı verdiği en önemli ülkelerden biri de Irak. ABD işgalinin başladığı 2003’ten bu yana ülkenin köktendinci İslami terör örgütlerinin bir üssü haline gelmesi ve direnişi örgütleyen yerel dinci grupların baskısıyla, toplumun hızla muhafazakârlaştırılması, kadının hareket alanını da günden güne daraltıyor.

Sözü geçen muhafazakarlaştırma eğilimi, 2003’ten beri kadını kapatmaya başlamış durumda. Bu kapatma-kapatılma ise iki boyutlu: Kadın hem içine kapanıyor hem de dinci grupların önderlerinin yarattığı hurafelerle, dini-siyasi simgelere bürünmeye; örtünmeye zorlanıyor.

Irak’ta süregelen şiddetten en çok etkilenenlerin başında da kadınlar geliyor. Kadına yönelik şiddet eylemleri öldürme, yakma, taciz ve tecavüz şeklinde sıralanıyor. Bu şiddetin merkezi ise Basra.

Iraklı kadınlar 2003’ten önceki konumlarını, hak ve özgürlüklerini özlemle arıyor. ABD işgali gerçekleşmeden mülk sahibi olan, örtünme konusunda kendi kararını kendisi veren ve çalışma hayatı içinde yer alan kadın, bugünlerde kendisine yönelik şiddet ve baskıdan korunma yollarını bulmaya çabalıyor.

2008’e gelindiğinde Irak’ta kadın yalnız, özgürlüğü “kadınlık görevleri”yle sınırlı, dinci grupların baskısı ve şiddetine uğrayan ve öldürülme korkusuyla yaşamını sürdürmeye çalışan bir nesne.

ABD işgali ve süren etnik-dini savaşla birlikte, Irak’taki kadın intiharları da belirgin bir artış göstermiş durumda.

Irak’ta bugün kadınlar açısından manzara hiç de iç açıcı değil. İç savaşın yanında, kadın bedeni üzerinden sürdürülen savaş da, kadının özne değil nesne biçiminde algılanması sonucunu beraberinde getiriyor. Irak’ta kadınlar, Simone de Beauvoir’ın belirlemesiyle “ikinci cins” olmanın; kendisini “ikinci sınıf insan” konumuna getiren erkek egemen feodal kültürün soğuk ve kuşatıcı nefesini, son derece acı biçimde hissediyor.

Daha doğrusu bunu, her gün yaşıyor…

25 Şubat 2008 Pazartesi

SENARYO, FİLM VE HALKLAR
ALİ BULUNMAZ

Dünya, Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezinin veya daha doğru deyişle senaryosunun, kararlılıkla filme çekildiği büyük bir platoya dönüştü. Huntington’ın senaryosunun temeli neydi? Onun yazdıklarını okuyalım:

“Dünya düzeninin yeniden kurulduğu şu süreçte farklılıkları belirleyen şey, politik ve ekonomik değil, kültürel farklılıklardır. Önümüzdeki dönemde, ideolojik kamplaşmaların yerini, kültürel ve dini kamplaşmalar alacaktır. Politik sınırlar giderek kültürel sınırlarla çakışacak şekilde, yani dini ve etnik sınırlarla yeniden çizilecektir.”

Bu senaryo gerçekleşiyor mu? Yakın ve güncel örnekler Yugoslavya ve Irak. Şimdi bunlara bir yenisi, hem de Avrupa’nın orta yerindeki Kosova eklendi.

Kosova bağımsızlığını ilan etti. Bu yolda en büyük destekçisi ABD’ydi. Yani kültür politikalarının yaratıcısı ve bunun merkezine ayrıştırma, parçalama, ortaklıklar yerine farklılıkları öne alan çokkültürcülüğü yerleştiren aktör.

Bağımsızlık için Sırbistan seçimlerinin sonuçlanmasını bekleyen Kosova, yarışta AB yanlısı Boris Tadiç’in galip gelmesiyle, ayrılmanın çok daha sancısız olacağını düşünmüştü. Çünkü AB yetkilileri, seçim sonrasındaki açıklamalarında “Sırbistan AB’yi tercih etti”, “Tadiç, Kosova ve Sırbistan’ın ayrı ayrı AB’ye girişi için bir şans”, “Tadiç’in zaferi, AB adına iyi haber” türünden ifadeler kullanmıştı.

Ancak Tadiç, AB yanlısı bir tutum takınacağını belirtmekle birlikte, Kosova’nın bağımsızlığına karşı olduğunu hep dile getirdi. Buna rağmen bağımsızlık ilan edildi. Şimdi ne olacak? Kosova, bağımsızlıkla beraber önemli ekonomik ve sosyal beklentiler içine girdi. Fakat bazı büyük sorunlar var.

Kosova ekonomisi Sırbistan’a bağımlı. Yine elektrik üretiminde Belgrad söz sahibi. Sırbistan’ın Kosova’ya ambargo uygulaması gündemde. Bunun yanında, bağımsızlık ilanıyla Kosova’ya gelmesi beklenen yabancı yatırımların, sanıldığı kadar çabuk bölgeye ulaşmayacağı belirtiliyor.

Mikro milliyetçilikten Mikro devletlere
Konunun ekonomik boyutlarından da önemli olan, siyasi boyut. Siyasi boyut da kendi içinde çetrefilleşiyor. Öncelikle Balkanlar, Kosova’nın bağımsızlığıyla yeni bir ayrışma ve çatışmaya sürüklenebilir.

Arnavutluk’un Kosova’yı kendi topraklarına katma girişimi söz konusu olabilir. Bunu, Kosova’da yaşayan 3 milyon Arnavutla gerekçelendirmek mümkün. Makedonya’nın Kosova sınırındaki 500 bin Arnavut’u da unutmamalı.

Yine Bosna-Hersek’teki Sırplar da, bağımsızlık için Kosova’dan esinlenebilir. Her ne kadar bu, uluslararası baskı yüzünden pek güçlü bir ihtimal olmasa da; Sırplar, Saraybosna yönetimine güçlük çıkarabilir.

Bunun dışında pek çok ülke, Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesiyle endişelenmeye başladı bile. Örneğin Çin Doğu Türkistan, Tayvan ve Tibet’in Kosova’dan hareket ederek, bağımsızlık çabasına hız verebileceği görüşünde.

Aynı şeklide İspanya, Bask ve Katalonya’daki hareketlerin, Kosova sayesinde elinin güçlenebileceği kaygısı taşıyor. Azerbaycan, Dağlık Karabağ sorununun yeniden alevlenebileceğini; Romanya, Macar azınlığın bağımsızlık talebinde bulunabileceğini düşünüyor.

Yunanistan, Arnavut azınlığın benzer istekle karşısına çıkabileceğini ve Kosova’nın bağımsızlığının, Makedonya’yı karıştırabileceği endişesini taşıyor. Kıbrıs Rum Kesimi de, KKTC’nin dünya tarafından tanınabileceği konusunda kaygılanıyor.

Kosova’nın bağımsızlığı, İsrail’i de rahatsız etmiş durumda. Çünkü kendisine, Filistin’le ilgili daha çok baskı geleceğini biliyor. Filistin yönetimi de, İsrail’le yürütülen barış görüşmelerinden olumlu bir sonuç çıkmazsa, tek taraflı bağımsızlık ilan edeceğini dillendiriyor.

Rusya faktörü
Ancak Kosova’nın bağımsızlığına en sert tepki Rusya’dan geldi. AB ülkelerinin Kosova’nın bağımsızlığını tanıması ve bölgedeki 17 bin kişilik NATO gücünün yetkilerini aşması durumunda, Rusya askeri güç kullanabileceğini duyurdu.

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov “tek taraflı bağımsızlık ilanı, Rusya’nın AB ve ABD ilişkilerine zarar verecek sonuçlar doğurabilir” dedi. Rusya’nın mevcut kaygısının altında, ülkedeki azınlıkların ve özerk bölgelerin fazlalığı yatıyor. Rusya’da 88 federe yapı var. Tatarlar, Çuvaşlar, Başkurtlar, Çeçen ve Azeriler Rusya’da özerk cumhuriyet yönetimiyle yer alıyor. Kosova’nın bağımsızlığı Rusya için Balkanlar’da, AB ve ABD karşısında stratejik, psikolojik ve siyasal bir yenilgi anlamına da geliyor.

***

Kosova, NATO ve BM desteğiyle kurulmuş etnik azınlık devleti konumunda. Bununla birlikte, ABD’nin başı çektiği çokkültürcülük politikasının da güncel bir sonucu ve örneği. Çokkültürcülük politikası da, etnik ve dini sınırlar çizme; mikro milliyetçilikten mikro devletler yaratma aşamasına geçişte kolaylaştırıcı bir unsur.

Bu da bize insanlığın, Huntington’ın senaryosunu yazdığı, ABD ile ortaklarının yönettiği ve halkların, gerilim ve çatışmaya sürüklendiği bir filmin gösteriminin tam ortasında yer aldığını kanıtlıyor…

18 Şubat 2008 Pazartesi

ABD: BİR GÜVENLİK DEVLETİ
ALİ BULUNMAZ

11 Eylül saldırılarının yarattığı küresel paranoyanın merkezi durumundaki ABD, 2001’den itibaren bu olayı alabildiğine kullandı ve kullanmaya da devam ediyor. “Özgürlükler ülkesi” tanımlaması da, 11 Eylül’den beri ABD’ye pek uymuyor.

Bireysel hak ve özgürlükler etiketiyle dünyanın dört bir yanında hegemonya politikasına müttefik toplamaya çalışan ABD, beri taraftan kendi topraklarında “terörle mücadele” bağlamında, söz konusu özgürlükleri kısıtlamak adına her yolu deniyor.

Bunun en son örneği, Bush tarafından Amerikan Senatosu’na sunulan ve kabul edilen yasa tasarısı. Tasarıya göre, “terörle mücadele” kapsamında “şüpheli görülen” kişilerin telefon konuşmaları, mahkeme kararı olmaksızın dinlenebilecek.

Bush’un talimatı
Bush, saldırılar sonrası 2002’de, gizli servise mahkeme kararı olmadan telefon dinleme talimatı verdiğini, 2005’te yoğunlaşan iddialar ve New York Times gazetesinin 16 Aralık 2005 günkü haberi üzerine doğrulamıştı.

Bush’un, talimat için sunduğu gerekçeler ise “ulusal güvenlik”, “El Kaide’nin saldırılarını önceden haber almak” ve “söz konusu saldırıları engellemek”ti. Verdiği talimatın yasalara uygun olduğunu belirten Bush’un yanı sıra, bazı üst düzey yetkililer bu sayede “biri New York’ta diğeri de İngiltere’de olmak üzere, iki önemli hedefe yönelik terör saldırısıyla ilgili bilgi edindiklerini” söylemişti.

New York Times ise, yetkililerin tespit ettiği saldırı planlarına 2004’te ulaştığını, ancak Bush yönetiminin isteğiyle bilgileri kamuoyuyla paylaşmadığını açıklamıştı.

İstihbarat yöntemi
İşte 2005’te New York Times’ın ortaya attığı ve Bush tarafından da doğrulanan, mahkeme kararı olmaksızın telefon dinleme talimatı, ABD’de yasalaşma yolunda ilerliyor.

Amerikan Senatosu’na sunulan ve burada kabul edilen; “terörle mücadele” söz konusu ise, mahkeme kararı alınmadan telefonların dinlenmesine imkân tanıyan yasa tasarısı, gelecek günlerde Temsilciler Meclisi’nde de oylanacak.

Bush’un 2002’de Elektronik İstihbarat Kurumu’na verdiği talimatla, terörist olduğundan şüphelenilen kişilerin, telefon ve e-posta haberleşmeleri, mahkeme kararı beklenmeksizin izlenebiliyordu. 2005’te ortaya çıkmasıyla, bir hayli tartışma konusu olan talimatın ardından Bush, Ocak 2007’de söz konusu izlemenin özel bir mahkeme gözetiminde yapılmasını, Kongre’den de bununla ilgili yasa çıkarılmasını istemişti. Mahkeme tarafından verilen bu izin de, 15 Şubat’ta doldu.

Bunun üzerine Amerikan Senatosu’na, belirtilen yasa tasarısı getirildi. Yasa tasarısı Temsilciler Meclisi’nden de geçer ve resmiyet kazanırsa ABD, 11 Eylül’den beri uyguladığı baskı ve bireysel özgürlük kısıtlamalarına bir yenisini daha ekleyecek.

“Terörle mücadele” dendiğinde hiçbir sınırlama ve ihlalden kaçınmayan ABD, dünyanın çeşitli bölgelerinde “özgürlük” ve “demokrasi” açılımlı harekâtlarına devam eder ve bunlara yenilerini de eklemek isterken; kendisi tam bir güvenlik devleti olma aşamasına gelmiş durumda. 11 Eylül’den sonra yaratılan özgürlük-güvenlik ikileminin 21. yüzyılda insanlığı getirdiği noktayı, ABD’nin kendi topraklarında aldığı bu önlemler en çarpıcı biçimde özetler nitelikte.

11 Şubat 2008 Pazartesi

ABD’NİN FÜZE KALKANI HAMLESİ
ALİ BULUNMAZ

Uzun süredir gündemde olan, ABD’nin Avrupa’ya yerleştirmeyi tasarladığı füze kalkanı sistemiyle ilgili, ABD ve Polonya ön anlaşma imzaladı. Rusya’nın, kendine dönük bir tehdit biçiminde algıladığı proje, ABD’nin “güvenlik” gerekçesini öne sürerek kurmayı istediği bir sistem.

İki Ülke
ABD, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne yerleştirmek istediği füze kalkanı sisteminin gerekçesini “İran tehdidi” olarak açıklıyor. Buna göre, İran’ın herhangi bir füze saldırısı halinde, söz konusu sistemin Avrupa’yı koruyacağı iddia ediliyor.

Rusya ise, geçtiğimiz yılki Münih Uluslararası Güvenlik Konferansı’nda, ABD’nin yerleştireceği füze sistemlerinin belli dönüşümler sonrası saldırı amaçlı kullanılabileceği endişesini taşıdığını belirtmişti. Bir başka deyişle Rusya, ABD’nin sunduğu “İran tehdidi” gerekçesinin bir perdeleme olduğunu, hedefte kendisinin bulunduğunu savunuyor. Putin’e göre, “NATO maskelemesiyle, Rusya’nın enerji ticareti ve stratejik çıkarları gözetim altına alınıyor, hatta engellenmeye çalışılıyor.” Bu anlamda Rusya, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne sistemin kurulmaması adına baskı yapıyor.

Çek Cumhuriyeti Başbakanı Mirek Topolanek, ABD’nin füze kalkanı projesinin Rusya ile tartışılmasına karşı çıkıyor ve “tek karar vericinin kendileri olduğunu” söylüyor. Bunun yanında halkın yüzde 70’i, ABD’nin Çek Cumhuriyeti topraklarında füze kalkanı sistemi kurmasına sıcak bakmıyor.

Polonya Başbakanı Donald Tusk ise Rusya’yı kastederek, “diğer ülkelerin güvenlik çıkarlarına da önem verilmesi gerektiğini” belirtip ekliyor: “Bu projenin, diğer ülkeler tarafından da kabul ediliyor olması önemli.”

Kimi Avrupalı siyasetçiler ile uzmanlar, ABD’nin kuracağı bu sistem yüzünden silahlanma yarışının yeniden başlayacağını ve bir barış sorununun gündeme geleceği konusunda uyarılarda bulunuyor.

Putin’in çıkışı
Bunu doğrulayan gelişme ise, Putin’in “silahlanma yarışına hazırız” açıklamasıydı. Putin’e göre “diğer ülkeler silahlanma adına Rusya’dan çok daha fazla harcama yapıyor.” Rusya lideri “ülkesinin ileri teknoloji ürünü silahlar üreterek, yeni silahlanma yarışının bir parçası olabileceğini ve söz konusu meydan okumaya karşılık verebileceğini” belirtiyor.

Putin’in ifade ettiği meydan okuma, tam da ABD tarafından Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne kurulmak istenen füze savunma sistemiyle kesişiyor.

Füze kalkanı ve Polonya
Tüm bu tartışmalar süredursun, Polonya ve ABD ilke anlaşmasına vardı bile. Polonya’nın, ABD tarafından kurulacak füze kalkanı sistemini yapılandırılmasına onay vermesinin altında kimi güvenceler yatıyor.

Polonya Dışişleri Bakanı Radoslaw Sikoski’nin, ABD’ye yaptığı resmi ziyaret sonrası Condoleezza Rice ile kameraların karşısına geçerek açıklamalarda bulundu. Sikovski, “ABD’ye çeşitli talepler ilettiklerini ve sözü geçen taleplerden en önemlisinin Polonya’nın bazı güvenlik sorunlarının, iki ülke arasındaki anlaşma içine alınması isteği olduğunu” söyledi.

Adı geçen talebin ayrıntıları ise, füze kalkanı tesislerine karşılık Polonya’nın hava savunma sistemleri başta olmak üzere, savunma sanayinin ABD tarafından modernize edilmesi şeklinde.

Rice da “ABD’nin bunu desteklediğini ve desteğin, müttefikleri Polonya’yı daha güçlü hale getireceğini” belirtti.

Rusya’nın kaygısı ve karşı girişimi
İki ülkenin yaptığı anlaşmaya göre ABD, Polonya’ya 10 önleyici füze sistemi kurmayı tasarlıyor. Aynı sistemin bir parçası olarak da Çek Cumhuriyeti’ne radar istasyonu kurulması düşünülüyor.

Rusya ise hedefte kendisinin bulunduğunu ısrarla vurguluyor. Polonya ve ABD’nin anlaşmasına karşı Rusya, Litvanya ile Polonya arasında yer alan ve kara bağlantısına sahip olmayan Kaliningrad bölgesindeki askeri varlığını canlandırabileceğini ve burada yeni bir askeri yapılanmaya gidebileceğini ifade etti.

Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne kurulması düşünülen füze kalkanı sistemiyle, ABD ve Rusya arasında adı konmamış bir soğuk savaşın başlayacağı vurgulanabilir. Buna yeni bir silahlanma dalgasını eklediğimizde, Putin’in dediği gibi, “tek kutupluluğun son bulacağı”na dair işaretler de belirmiyor değil…

4 Şubat 2008 Pazartesi

MALEZYA SEÇİMLERİ VE TÜRKİYE
Ali BULUNMAZ

Türkiye’deki ana tartışma konusu ne? Türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasına yönelik çalışmalar. Bu, “türban siyasi simge midir?” ve “velev ki siyasi simge olsun, yasaklanabilir mi?” sorularıyla hız kazandı.

Türkiye, AKP eliyle hızla bir dinci diktatörlüğe doğru yol alıyor. “Ilımlı İslam” ve dinci faşizm tartışmalarının, Malezyalaşmak başlığı altında toparlanmasına neden olan şey ise, Richard Holbrooke’un “Malezya ve Türkiye, ‘ılımlı İslam’ın’ iki başarılı modeli” biçimindeki sözleriydi. Bunun üzerine Türk basını Holbrooke’un sözlerinin peşine düştü, Malezya’nın yolunu tuttu ve gazeteler yazı dizileriyle ülkeye döndü. Eylül ayından sonra Malezya defteri kapandı, geriye tartışmalar kaldı.

Malezya, Mart ayındaki seçimlere hazırlanıyor. Propaganda döneminin en dikkat çekici partisi ise PAS. Partinin ruhani lideri Nik Abdülaziz Mat ve genel başkan Abdulhandi Avang, “oyunuzu bize verin; şeriatı getirelim ve hepiniz mutlu olun” ana sloganıyla seçime hazırlanıyor. Malezya’da “insanların sokak gösterilerinden bıktığını” belirten Avang, “halkın suç oranını düşürecek partiyi iktidara getireceğini” söyleyip ekliyor: “Şeriat yönetimi en doğru seçimdir.”

Avang “hırsızın elinin kesilmesi ve zina yapanın taşlanması, bu tür suçların engellenmesindeki en önemli unsurdur” ifadesiyle yapacaklarını sıralıyor. Avang, “Hıristiyan azınlıkların zengin olduğunu ve hırsızlığı önleyecek şeriatın bütünüyle hayata geçmesi için, bu kesimin de PAS’a oy vermesi gerektiğini” belirtiyor.

***

Peki, bunların Türkiye ile bağlantısı ne?

PAS’ın ruhani lideri Nik Abdülaziz Mat, Türkiye’de “Malezya olma” tartışmalarının alevlendiği dönemde, ülkesine gelen Hürriyet muhabiri Ezgi Başaran’a “ben AKP’yi örnek alıyorum, yavaş ve derinden ilerliyorlar; ordu ve AB ile denge kuruyor, kimseyi fazla sinirlendirmiyorlar” demişti.

Mat’ın bir de “dileği” vardı: “Umarım Türkiye’de AKP sayesinde alevlenen İslam bilinci, laikliği yok eder.” “İslam’ın ılımlısı olmaz” (hatırlayalım, Tayyip Erdoğan da “İslam İslam’dır, buna sıfat takılmasın” demişti) görüşünü dillendiren ruhani lidere göre “laiklik İslam’a aykırıdır”, bu anlamda “İslam’la politika iç içe olması gerektiğinden, Mustafa Kemal’in Türkiye’de yaptığı da İslam’la bağdaşmamaktadır.” O dönemde kendisi ile yapılan söyleşide Abdülaziz Mat, Malezya’nın Kalentan eyaletinde İslam Bankaları açtıklarını; ebeveyn, erkek ve kız çocukların ayrı kalacağı üç odası bulunan evlerden oluşan konut sistemi getirdiklerini ve sigara içmenin İslam’a aykırı olduğundan, sigara fabrikasını kapattıklarını ifade etmişti. Bir başka uygulamalarının da, devlet dairelerinde çalışan tüm kadınlara türban takma zorunluluğu getirmek olduğunu belirten Mat, “vatandaşlar için bunu zorunlu kılmadık ama telkinlerde bulunuyoruz” demişti (Hürriyet, 26.09.2007).

PAS, tüm bu edim ve tasarıları Malezya’nın tamamında tavizsiz uygulamak için, ruhani lider Abdülaziz Mat ve başkan Abdülhandi Avang eliyle çalışmalarını iki koldan yürütüyor.

Türkiye’de AKP, Malezya’da PAS. Hangi parti hangisinden, ne ölçüde etkilenmiş tam olarak bilinmez ama kendine AKP’yi örnek alan PAS yarışa, sözü geçen slogan ve projelerle hazırlanıyor…