21 Nisan 2008 Pazartesi

BÜYÜK FOTOĞRAF VE KAPATMA DAVASI
ALİ BULUNMAZ

Günümüzde, çokuluslu şirketler ve onların yörüngesindeki iktidarlarca ülkeleri yönetme ve nüfuz edilen bölgelerde sosyal yapıyı değiştirme esas alınıyor. 1991’den bu yana Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması adlı çalışmasında geçen şu satırlardan devşirilmiş bir senaryo filme çekiliyor: “Dünya düzeninin yeniden kurulduğu şu süreçte farklılıkları belirleyen şey politik ve ekonomik ayrışma değil, kültürel farklılıktır. Önümüzdeki dönemde ideolojik kamplaşmaların yerini, kültürel ve dini kamplaşmalar alacaktır. Politik sınırlar giderek kültürel sınırlarla çakışacak şekilde, yani etnik ve dini sınırlarla yeniden çizilecektir. Dolayısıyla medeniyetler arasındaki fay hatları küresel siyasetteki başlıca çatışma hatları haline gelecektir.”

ABD’nin 11 Eylül’den sonra açıktan yürüttüğü BOP (Büyük Ortadoğu Projesi), kadim müttefikleri ve AB’nin büyük çoğunluğu tarafından desteklenen, geniş zamana yayılmış bir işgal tasarısından başka bir şey değil. Bunun yürütülmesinde, belli yerelliklerin “evrensel” olarak sunulduğu küreselleşme söylemi yanında, “özgürlük” ve “demokrasi” gibi kavramlara da başvurulabiliyor. Etnik ve dini ayrışma, gerilim ve hatta çatışma senaryoları üretilip, BOP’un çemberi içindeki ve teğet geçtiği ülkelerin zayıflatılması öngörülüyor. Yerelliklere hapsolan-hapsedilen toplumlar da, büyük fotoğrafı ve hedefleri görmekte başarısız oluyor.

Bugün Türkiye’nin ayaklarını bastığı coğrafyada oynanan oyun, Atlantik ötesinden yönetilen ve bu yönetimin kendisiyle tam bir işbirliği gerçekleştirecek iktidarlar yaratma zeminine oturtulmuş durumda. Türkiye’de bu görev ve sorumluluğu üstlenen dini referanslı, tarikat-cemaat kökenli oluşum ABD şefliğinde, kendisine verilen destek ve kredi sayesinde, BOP’un ana amaçlarını hayata geçirmeye çabalıyor.

Bunlardan birincisi, AKP’nin Türkiye’de toplumu hızla muhafazakârlaştırması. Bir başka deyişle, ABD ve AB’nin öngördüğü “ılımlı İslam” hedefine uygun şekilde ve AKP iktidarına göre toplum yeniden biçimlendiriliyor. Bu doğrultuda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerini sığ tartışmalarla “modası geçmiş” olarak gösterme gayreti ağır basıyor. Aynı zamanda AKP, yarattığı biz-onlar ayrışmasını kullanarak kendinden olmayanı dışlıyor ve yandaş demokrasisine uygun biçimde kadrolaşıyor.

İkinci amaç, ABD ve AB tarafından desteklenen iktidara yönelik güçlü bir muhalefet gelişmesini engellemek. Bu bağlamda aldığı destekle AKP kendi sermayesini, çıkar ve baskı gruplarını oluşturarak hareket alanını genişletirken, hem siyasi hem de toplumsal muhalefete ket vuruyor. Güçlü muhalefeti engelleme amacının diğer tarafında, din-ticaret-siyaset üçgeninde ve ABD-AB “düşünce kuruluşları”nda köşe tutan toplum mühendisleri yardımıyla AKP, Türkiye’de kendi medyasını da kurguluyor. Bu medya ise doğal olarak, psikolojik savaşta iktidar sözcülüğü gibi bir görev de üstlenmiş oluyor.

Söz konusu medyanın yaptığı vurgu açık: “Türkiye’de bir iktidar mücadelesi var, bu mücadelenin bir yanında ulusalcılar, yargı ve 1923 Aydınlanması’nı savunan ‘statükocu anlayış’; öte tarafta küreselleşmeden, AB’den, ‘demokrasi’, ‘özgürlük’ ile ‘ekonomik ve siyasi istikrardan’ yana olan ‘ilerlemeci’ bir kesim bulunuyor.” Kavram ve algılamaların kasıtlı biçimde, adı geçen dinci-tarikatçı ve yandaş medya ile iktidar tarafından birbirine karıştırıldığı bir ortamda, “halkın zihnini ne kadar bulandırsak kardır” güdüsü, tüm söylem ve eylemlere yön veriyor.

Bu arada IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmasıyla oluşturulan Sosyal “Güvenlik” Yasa Tasarısı’nın açacağı gedikler, “sivil” Anayasa’nın bağımsız yargıyı tasfiye amacı, tarikat-cemaat yapılanmasının tüm ülkeye egemen oluşu geri düzleme itiliyor. Bununla beraber Vakıflar Yasası’nın yaratacağı olumsuzluklar; ekonominin, yabancı yatırımcının faizini toplamak üzere Türkiye’ye soktuğu sıcak paraya bağımlı hale gelişiyle beliren tehlikelerin ve kimi AB reformları altına gizlenen, Türkiye’yi adeta sömürge ülkesi konumuna getiren maddeler de gözden kaçı(rılı)yor. Aynı şekilde büyük biraderin Ortadoğu, Kafkaslar, Doğu Avrupa, Orta Asya ile nihayet Türkiye’ye enikonu yerleşme harekâtının da üstü örtülüyor. Bunun ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel anlamda yaratacağı gerilim ve çatışmaları hesap etmek de aynı oranda zorlaşıyor.

Kısacası, Türkiye’nin büyük fotoğraftaki yeri ve işlevini (: bağımlı ve “ılımlı İslami” yönetim örneğinin) görmesi engellenmeye çalışılıyor. Türkiye’ye nasıl faydacı bir anlayışla bakıldığının, kendisinden istenenleri-istenecekleri yerine getirmeye mahkûm edilen-edilmeye çabalanan bir sömürge ülkesi biçiminde nitelenişi ve buna herhangi bir tepki geliştirilmesinin sıkı şekilde denetlenmesi de, iktidarın “büyüme”, “istikrar” ve “demokrasi” söylemleri sayesinde özenle dikkatlerden kaçırılıyor.

İşte AKP’ye yönelik kapatma davası için koparılan fırtına ile bu bağlamda, AB’nin iktidar partisini yönlendirme ve Türkiye’nin iç işlerine (ve yargısına) aleni şekilde karışma cüretkârlığı da her şeyi yerli yerine oturtuyor. “Ilımlı İslam” yörüngesine itilen Türkiye’den Avrupa, ABD ve Arap basınında (ve nihayet Türkiye’deki yandaş medyada da) sıkça yer alan ifadeyle “katı laiklik” uygulaması ve ulus devlet anlayışının sonlandırılması isteniyor. Bu şifrenin altında ne yatıyor? 1923 Aydınlanması’nın kazanımlarının olabildiğince törpülenmesi, “ılımlı İslam” projesine uyarlanan “laikliğin geriye itildiği demokrasi” anlayışının yerleştirilmesi, bunun iktisat ve kültür politikalarıyla desteklenmesi…

ABD ve AB, adeta bir deney alanı gibi gördükleri Türkiye’ye özgü bir “demokrasi” kurgulamaya yönelmiş durumda. Bu noktada Türkiye’nin kurucu unsurlarının edilginleştirilip, ABD ve AB’nin dayattıklarının koşulsuz biçimde kabullenilmesi talepleri gündeme getiriliyor.

Meselenin bam teli bu anda tınlıyor. Türkiye’nin BOP ile çevrelenmesi, buna uygun bir iktidar modelinin istikrarının devamının sağlanması, bağımlılık politikaları ve ABD-AB’nin desteklediği iktidar biçimiyle, (özellikle AB tarafından) Türkiye’den siyasi-sosyal-ekonomik-kültürel her türlü tavizin alınması öngörülüyor. Barroso’nun, Türkiye ziyaretinde sarf ettiği şu sözler de bunu doğruluyor: “Başkalarına zaman zaman taviz vermeniz gerekir. Taviz, zaaf değil; tam tersi Avrupa’nın uzlaşı ruhudur.” Buradaki ifadenin altında yatan ise, Barroso’nun TBMM konuşmasında “ortak çıkarlar” şeklinde etiketlendirdiği salt AB çıkarları.

ABD projesi olan ve AB tarafından da korunup kollanan AKP, bunlara kapı aralıyor. AB ve ABD’nin, AKP’ye kapatma davası açılışına içerleyip, eleştiri dozunu aşan tepkiler vermesinin başlıca nedeni bu. AB ile ABD için, Türkiye söz konusu olduğunda dillendirilen “demokrasi” ve “özgürlük” ise, işin kenar süsünden ve sömürülesi kavramlarından başka bir şey değil…

Hiç yorum yok: