30 Haziran 2008 Pazartesi

BİRAZ İŞKENCE İYİ MİDİR?
ALİ BULUNMAZ

21. yüzyıla adım atılan şu yıllarda, insanoğlu büyük bir ikilemle yüzleşiyor: Özgürlük-güvenlik ikilemi…

Bu iki unsurdan, pek çok zaman güvenliğin ağır basması, kimi açmazları da beraberinde getiriyor. “Güvenlik” adına özgürlükler, hukuk, insan hakları ve onuru rahatlıkla çiğnenebiliyor. Dolayısıyla meşrulaştırılan şiddet gündeme geliyor.

Olası “düşman”, “terör”, “tehdit” ve “teröristlere” ilişkin tanımlama ve nitelemeler geliştiriliyor. Ancak önemli bazı sorular da yanıt bekliyor:

Bu belirleme ve nitelemelerin sınırını çizen kim?

Bu noktada göz önüne alınan-alınacak ölçütler ne?

İlk sorunun yanıtı belirgin: Söz konusu belirlemeleri yapan; terörün, teröristin kimliği ve bir kişinin terörist ya da bir olayın terör olayı oluşunu ortaya koyan, uluslararası ilişkilerde yönlendirici konumda bulunan veya hâkimiyet kurmaya çabalayanlar…

İkinci sorunun yanıtını vermek kolay değil. Çünkü ölçüt sorunu, olanca ağırlığıyla karşımızda duruyor. Aslında tam da burada, bir keyfiyet kendini gösteriyor. Örneğin 11 Eylül’de yaşananlar, nasıl bir terörist saldırı ise aynı şekilde ABD’nin 11 Eylül’e yeni gerekçeler katarak, Afganistan ve Irak’ı işgali de bir terör; daha doğru ifadeyle karşı terör saldırısıdır.

ABD’nin çıkar ve uzun erimli tasarıları gereği, ortaya çıkan bu iki işgal, keyfiliğin ne denli büyük bir tehdit olduğunun da kanıtı.

Keyfiliğin bulunduğu yerde hukuktan, yasa ve sözleşmelerden bahsetmek de imkânsızlaşıyor.

Aslında, dünyada yükselen terör tehdidi ama bundan da önemlisi küresel paranoya, hedef belirleme ve saldırı gerçekleştirmede kolaycılığa kapı açıyor.

Sonuçta, yeterli ve etkileyici bir olay bulmak ya da yaratmak önem kazanıyor…

İşkencenin olumlanması
ABD’li yetkililer, Afganistan ve Irak işgallerinden bu yana yaptıkları açıklamalarda, terör tehdidinin ve olası saldırıların önlenmesi amacıyla gerekli her şeyin yapılabileceğini vurguluyor. Bunlara işkence de dâhil.

ABD’li yöneticilere göre “işkencenin bazı türleri, gerekli ve yasal.” Bu ifadeler, zaten önemli işkencehanelerde vücut buluyor. Hapishanelerdeki (Guantanamo, Balgram, Ebu Gureyb, Diego Garcia…) işkencehaneleri, uçan ve yüzerler izliyor.

Hukuk tanımazlık, insan haklarına aykırılık ve insan onurunu yok sayma gibi öz nitelikleri barındıran işkencenin, terörle mücadele gibi bir meşrulaştırılma gerekçesi, kimi ülkelerde kendine hızla taraftar buluyor.

Türkiye örneği…
“Dünya Kamuoyu” (WPO) adlı programın anketi, yeryüzünde işkenceye bakışı resmetmesi açısından önem taşıyor.

Örneğin “masum insanların hayatı söz konusuysa, işkence uygulanmalı” diyenlerin oranı Hindistan’da yüzde 59. Bu oran Nijerya’da yüzde 54, Türkiye’de yüzde 51 ve Tayland’da yüzde 44.

“Genel anlamda işkence uygulanmalı” diyenlerin oranına bakıldığında Türkiye, Çin’le başa baş durumda. Oran yüzde 18.

"Hiçbir koşulda işkence yapılmamalı” diyenlerin oranı Türkiye’de, 2006’daki yüzde 62’lik dilimden 2008’de yüzde 36’ya geriliyor.

Raporu yayımlayanlar, Türkiye’de son yıllarda artış gösteren PKK terörünün işkenceye bakışı değiştirdiğini belirtiyor. Fakat bu gerekçe bile, bazı sorunların kendisini göstermesini engellemiyor.

Örneğin özgürlük-güvenlik ikilemi bağlamında, “güvenlik adına” işkencenin evetlenmesi başlı başına bir sorun.

Bunun yanında “masum insanların güvenliği” gerekçesinin de zemini zayıf. Keza terör tehdidinin varlığından bahsederek, suçlu-suçsuz herkese işkence uygulanabilir.

Terörün kaynaklarını, uluslararası bağlantılarını ve ekonomik nedenlerini çözümleme ve bunların üstesinden gelme yerine, “güvenlik” adına işkenceye başvurmak sorunun giderilmesini sağlar mı?

İşkence hem bir el bombası hem de Rus ruleti gibi. Bunu onaylamak, insan onuruna karşı her türlü saldırının kapısını ardına kadar açmak anlamına da geliyor.

O yüzden işkenceye karşı tavır almak, insanın önünde büyük bir sorumluluk olarak duruyor…

23 Haziran 2008 Pazartesi

İRAN’DAN “DEMOKRASİ” AKİSLERİ…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de türbanlı genç kızın televizyon ekranlarından “ben Humeyni’yi seviyorum, Atatürk’ü sevmiyorum” şeklinde yankılanan sözleri henüz sıcakken, “Ahlak Polisi”nin İran’daki yaz avı da başladı.

1979’da Şah’ın devrilişiyle iktidarı ele geçiren ve halka “demokrasi” muştusu veren Humeyni’nin yarattığı ortam, bugün kuralların ve “inançların” gereğini yerine getirmekle görevli devlet güçlerinin eylemleriyle daha da taçlanıyor.

1980’lerin başında İran’daki sosyalist ve aydın kesimler, Humeyni’nin yaratacağı “demokratik” ortama destek vermeyi kararlaştırmıştı.

22 Temmuz seçimlerinde bağımsız aday olarak Meclis’e giren ve “Türkiye’nin tek sosyalist milletvekili” olarak sunulan ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, dönemin TUDEH’lilerinin şunları ifade ettiğini belirtiyor:

- “O zaman yanlışlar yapmış olabiliriz. Ama bugün olsa yine ‘demokrasiyi’ savunurduk…”

İran’da bugün ne kadar “demokrasi” bulunduğu tartışma götürmez! Keza halka benimsetilen “demokrasi”, “Ahlak Polisi”nin kadınları ve erkekleri Batılı tarzda giyinmeleri, saç modelleri ve davranışları yüzünden son derece sıkı şekilde takibe almayı; hatta hapis ve para cezasına çarptırmayı gerektiriyor…

İran’da yalnız kadınlara ayrılmış, yüksek duvarlarla çevrili parklar bulunuyor. Humeyni’nin başlattığı “demokratik” sürecin sonucu olarak, İranlı kadınlar buralarda kısıtlı “özgürlüğün” keyfini sürüyor.

Başlarını, yasalara uygun örtmedikleri veya renkli türban kullandıkları için hemen sorguya alınıyorlar. Renkli türbanları ve sakıncalı kıyafetleri nereden aldığını söylemeleri isteniyor kendilerinden.

Geçmişte Humeyni taraftarlarıyla birlik olup, İslami yönetime destek çıkan sosyalistler, İran’ın 2008’deki “demokratik” ortamından ne kadar hoşnut?

“Bugün olsa yine yapardık” anlayışı baskı, ayrımcılık ve hurafelerin etkinliği ile kuşatıcılığı karşısında nereye yerleştirilebilir?

Daha da önemlisi “demokrasi” adına toplumun dönüştürülmesi, İslami dikta kurulması; tüm hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, dünün özgürlük savunucularına nasıl görünüyor?

İran, bugün Türkiye için ders alınması gereken bir örnek niteliğinde...

Türkiye’de “özgürlük”, “insan hakları” ve “demokrasi” adına, din bezirgânları ve sömürgenlerinin enikonu palazlanıp, iktidar eliyle hızla yükseldiği; toplumu kendi çizgisine çekmeye çalıştığı bir dönemde…

16 Haziran 2008 Pazartesi

ÖZLENMEYECEKSİN BUSH…
ALİ BULUNMAZ

Dünyada ABD üzerine konuşulan iki temel konu var. Bunlardan birincisi, başkanlık yarışını kimin kazanacağı: Hillary Clinton’ı geride bırakıp Demokrat Parti’nin adayı olan Obama mı, yoksa Cumhuriyetçi Parti adayı Mc Cain mi?

İkinci önemli konu, ABD’nin İran’ı vurup vurmayacağı. Günleri sayılı olan Bush “İran’la yaşanan nükleer gerilimin çözümü için diplomasiye ağırlık verdiklerini, diğer tüm seçeneklerin de masada olduğunu” ifade ediyor.

Bush bir anlamda giderayak, “barışçıl çözümün öncelikli hedef olduğunu” vurguluyor. Bu ne kadar inandırıcı?

***

Bush’un başkanlık dönemi savaş, işgal ve yıkımla anılıyor-anılacak.

Bu bağlamda barışın, Bush’un ağzından çıkan bir söz olmasının dışında, herhangi bir anlamı ve değeri yok. Ancak Bush, aklı başında her insanı tebessüm ettirecek biçimde “yanlış anlaşıldığını” söylüyor.

Bush “asla savaş heveslisi biri olmadığını” açıkladıktan sonra, ABD’nin görevini de hatırlatıyor:

- “Amerika iyilik ve özgürlük için bir güç.”

“İyilik” ve “özgürlüğün” dağıtıcı ve kollayıcısı (!) ABD’nin, Ortadoğu’da akan kanın hem doğrudan hem de dolaylı biçimde sorumlusu olduğu gerçeği unutturulmaya çalışılıyor.

Yine de Bush, ABD’nin “demokrasi” ve “özgürlük” dağıtma görevinin Irak’ta başarıya ulaştığını anlatmaktan da geri kalmıyor:

- “Irak savaşı bir hata değil, Saddam Hüseyin iktidarı yıkıldı. Dünya şimdi daha güvenli. Ben savaşı istemiyorum ancak Saddam Hüseyin’i düşürmek doğru bir karardı.”

***

Peki, Irak’taki 1 milyondan fazla ölü, milyona yaklaşan sayıdaki kayıp ve evsiz kalan, göç etmeye zorlanan on binlerce insan “güvenli dünyanın” neresinde konumlanıyor?

Terör örgütlerinin kamp kurduğu, mezhep boğazlaşmalarının hüküm sürdüğü ve insan haklarının hiçe sayıldığı Irak, bu “güvenli dünyanın” neresine eklemleniyor?

Bush’un, kimse tarafından anlaşılamamış “barışçı kişiliği”, bunların ardından tüm “ağırlığıyla” ortaya çıkıveriyor.

Ancak acı coğrafyası Ortadoğu’da, aynı sorular bir kez daha soruluyor: Neye yaradı? Kim kazançlı çıktı?

Bush’un “yanlış anlaşıldım” demesi, pişmanlığı çağrıştırmıyor. Bu olsa olsa timsah gözyaşlarıdır.

Her şey olup bittikten sonra ve yeni çatışma ile işgaller ısıtılırken, barıştan söz açan Bush’a dünya şöyle sesleniyor: Git artık Bush.

Ve hemen ardından, Bush’un yakın dostu Merkel’in Hıristiyan Demokrat partisinin kimi üyeleri şunu ekliyor: “Özlenmeyeceksin…”

9 Haziran 2008 Pazartesi

ABD’NİN İŞKENCEHANELERİ
ALİ BULUNMAZ

Uluslararası Af Örgütü, 2007 yılı raporunu Mayıs ayı sonunda yayımladı. Raporun merkezinde, dünya genelinde insan hakları ihlallerinin devam ettiği yer alıyordu.

Örneğin Çin yönetimine Myanmar, Zimbabve ve Sudan’dakine benzer şekilde, ekonomik çıkarlar adına kendi vatandaşlarının haklarını çiğnediği yönünde güçlü eleştiriler yöneltildi.

Eleştiri oklarının hedefindeki bir diğer ülke ise ABD’ydi. Buna göre ABD’nin, dünya politikasında üstlendiği rol ve Pakistan’da, iktidarının devamı için baskıyı kullanan Pervez Müşerref’e vermesi kınandı.

Çin ve ABD’ye yöneltilen eleştirilerin yanında raporda, “teröre karşı savaş” gerekçesinin insan hakları ihlallerini hızlandırdığı vurgulandı. Bir başka deyişle “teröre karşı savaşın”, insan haklarını ve özgürlükleri çiğneyip kısıtlayan, yasa dışı takip ve çeşitli uygulamaların “gerekçesi” ya da yasal kılıfı haline getirildiği belirtildi.

Bir, iki, üç; daha fazla Guantanamo!
Söz konusu eleştirilerin yoğunlaştığı noktayı, Guantanamo’daki ABD üssünde yaşananlar oluşturuyor. Af Örgütü Genel Sekreteri Irene Kahn Guantanamo’da tutulan ‘terör şüphelilerine’ yargılanma hakkı tanınmadığını” ifade ederek, “bu üs kapatılmalıdır” diyor.

Ancak Guantanamo’nun popülerliği, zaman zaman diğer işkencehanelerin gözden kaçmasına da neden olabiliyor. Örneğin Irak’taki Ebu Gureyb ve Afganistan’daki Balgram hapishanesi, Guantanamo’dan sonraki en bilinen işkencehaneler.

Bunların yanında, daha az veya hiç bilinmeyen bir yer var ki, o da Diego Garcia.

Diego Garcia: “Adalet Kapısı”
Diego Garcia, Afrika ve Endonezya arasında yer alan küçük bir ada. ABD’nin gizli askeri üssü olan adaya, askeri personel ve bir de “sorgulanmak” üzere getirilen “terör şüphelileri” dışında kimse alınmıyor.

Adada, 1971’den bu yana ABD’nin etkinliği var. 1970’li yıllar boyunca ABD’liler, İngilizlerin de yardımıyla Diego Garcia ve çevresindeki Chargos takımadalarındaki yerlileri kargo gemileriyle sürgüne gönderdi.

Aynı tarihlerde, adanın “sade bir iletişim tesisi” olacağını belirten ABD yönetimi, Kongre’den onay alarak üssün inşasına başladı.

Diego Garcia o gün bugündür, ABD tarafından Hint Okyanusu’ndaki “stratejik ada” biçiminde niteleniyor. Bunun en önemli nedeni adanın İran körfezi, Güney Afrika ve Asya’ya yakınlığı.

ABD, bu stratejik üssü önemli harekatlarda kullandı. Örneğin 1973 Arap-İsrail Savaşı, Afganistan ve Irak işgalleri bunlardan bazıları.

Diego Garcia, şimdilerde bir başka adla daha anılıyor: “Adalet Kapısı” 2007’de, 2 bin kişilik hava kuvvetleri personelince kurulan tesise bu isim verilmiş. Ama fiili olan, buranın tıpkı Guantanamo, Ebu Gureyb ve Balgram gibi “terörle savaşta”, “olağan şüphelilerin sorgulandığı” bir işkencehane biçiminde kullanılması.

Üstelik buranın bir başka özelliği daha var: Diego Garcia, yüzer işkencehanelerin, bir diğer deyişle “şüphelilerin” taşınıp "sorgulandığı" gemilerin de ana limanlarının en önemlisi.

Uluslararası Af Örgütü’nün 2007 raporuna konu olan Guantanamo başlığı altına, artık Diego Garcia da rahatlıkla yazılabilir. ABD’nin hukuk tanımazlığı ve uluslararası sözleşmeleri çiğneyişinin bir başka simgesi de Diego Garcia.

Fakat buradaki hukuk tanımazlığın bir diğer boyutu, Diego Garcia’lılar ile Chargos’luların sürgün ettirilmeleri. Şimdi bu iki grup, ABD ve İngiltere aleyhine dünya çapında bir girişim başlattı. Hem üssün adadan kaldırılması hem de topraklarına geri dönebilmek için.
ABD ve ortaklarının çift boyutlu hukuk tanımazlığına karşı, herhangi bir sonuç elde edip edemeyecekleri ise merak konusu…