21 Temmuz 2008 Pazartesi

TÜRKİYE’YE BİÇİLEN KAFTAN…
ALİ BULUNMAZ

2002’den beri iktidarda bulunan AKP aracılığı ile Türkiye, bir başka ülkeye dönüştürülmeye çalışılıyor. Bunun belli bağlamları var:

- Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü ve görevi

- “İstikrar” adı altında, AKP veya eşdeğeri bir siyasi hareketin esas alınması

- Türkiye’deki siyasi ve toplumsal muhalefetin tasfiyesi…

Bu bağlamlar, hem Türkiye’nin kendi yapısında hem de bölgede kendisine verilecek yeni görevlerin gerçekleştirilmesi anlamında önem taşıyor.

Ortadoğu
Türkiye’nin Ortadoğu ve Arap dünyasında “lider ülke” haline getirilmeye çalışılması ya da en azından öyle hissettirilmesi, gündemdeki bir konu. Bu, yavaş yavaş işlenen ve hayata geçirilmeye çabalanan bir adım.

Siyasi açıdan bakıldığında, “ılımlı İslam” bayraktarlığında, Ortadoğu ve Arap dünyasındaki aşırı dinci oluşumları barındıran ülkeler için Türkiye “model” olarak hazırlanıyor. “Ilımlı İslam”ın sütkardeşi konumundaki ve duymaya alıştırıldığımız “demokratik laiklik” de, bu tasarının bir başka ayağı.

Söz konusu tasarı, siyasette dal budak sarmış durumda. Yargı, üniversiteler, ordu ve toplumsal yaşamın tamamında tarikat-cemaat örgütlenmesiyle tüm katmanlarda da etkin kılınmaya çalışılıyor.

Bunun bir başka anlatımı, yeniden tanımlanacak demokrasinin, “model” oluşturacak şekilde düzenlenmesi.

Böylesine bir hareketi tamamlayan ise din. Türkiye, bölgede dini anlamda da “önder” ülkeye dönüştürülmek isteniyor. Burada kullanılan veya gizliden ortaya atılan kavramlar hilafet ve din kardeşliği. Aynı zamanda İslam’da reform ve Batı ile İslam dünyası arasında “hoşgörü” köprüsü.

Bir diğer deyişle Türkiye, din ve siyaset kullanılarak Ortadoğu ve Arap dünyasında “örnek” ve “ağırlığı” olan ya da kendisini böyle görmesi istenen bir konuma getiriliyor. Bu noktada iplerin yine büyük biraderin elinde olacağı ise çok açık.

“İstikrar”
AKP iktidarı tarafından iç siyasette sıkça kullanılan “istikrar” söylemi, Ortadoğu ve Arap coğrafyasında çıkarları bulunan ağabeylerce de AKP iktidarının gerekliliği adına telaffuz ediliyor.

Burada “istikrar”dan kasıt, siyasi ve ekonomik “istikrar.”

Siyasi”istikrar”, AKP veya onun devamı olacak, ABD ve AB’ye bağ(ım)lı; bu güçlerin Ortadoğu, Kafkasya ve İran politikalarına kayıtsız şartsız uyacak nitelikteki bir yapılanmayı gündeme getiriyor.

Ekonomik “istikrar” ise, sıcak para köpüğünde boğulan ve “yatırımcıların” en yüksek faizi alarak paralarını işletmeye devam ettiği bir cennet olma halinin sürmesi demek. Bunun anlamı, Türkiye’nin mümkün olduğunca kontrol edilebilir ve gerektiğinde herhangi bir krizle yeniden şekillendirilebilir bir ekonomik nesne biçiminde tutulmasıdır.

Bunlarla beraber yatırım adı altında ülke kaynakları ve stratejik kurum ile kuruluşların satışa çıkarıldığı, yoksulun daha yoksul zenginin daha zengin olduğu düzenin devamının sağlanması da ayrıca önem taşıyor. Nihayet bu gerçekler, ekonomik “istikrar”ın şifrelerini de çözüyor.

Muhalefetin tasfiyesi
Hem siyasi hem de toplumsal muhalefetle barışık olmayan AKP iktidarı ve onu yönlendirenlerin bir başka hedefi, doğal düşmanlarını tasfiye etmek. Bu, hem AKP’nin hem de onu yönlendirenlerin işine geliyor. İktidarın zihninin gerisindeki Türkiye’nin kotarılması için muhalefetin susturulması şart. Dolayısıyla ABD ve AB de buna yeşil ışık yakmış durumda.

Kimi zaman yandaş medya kimi zaman siyasi baskı kimi zaman da çeşitli soruşturmalarla muhalefeti sindirmek temel amaçların başında geliyor.

Muhalefetin, “katı laik elitin” ve Atatürkçü kesimin mümkün olduğunca edilgin hale getirileceği; geçer akçenin “ılımlı” laik ve yandaş demokrasisi olacağı bir Türkiye hedefleniyor.

İşte tüm bunlar AKP taşeronluğunda, Türkiye’nin dönüştürülmesi ve “yeni bir Türkiye” yaratılması adına gerçekleştirilmek istenen tasarılar.

Gerçek demokrat, aydın, özgürlükten yana ve hukukun üstünlüğünü benimsemiş kişi, kurum ve kuruluşların baskı altına alınması; Türkiye’de iktidar eliyle bir korku imparatorluğu oluşturulmasının altında asıl bunlar yatıyor…

30 Haziran 2008 Pazartesi

BİRAZ İŞKENCE İYİ MİDİR?
ALİ BULUNMAZ

21. yüzyıla adım atılan şu yıllarda, insanoğlu büyük bir ikilemle yüzleşiyor: Özgürlük-güvenlik ikilemi…

Bu iki unsurdan, pek çok zaman güvenliğin ağır basması, kimi açmazları da beraberinde getiriyor. “Güvenlik” adına özgürlükler, hukuk, insan hakları ve onuru rahatlıkla çiğnenebiliyor. Dolayısıyla meşrulaştırılan şiddet gündeme geliyor.

Olası “düşman”, “terör”, “tehdit” ve “teröristlere” ilişkin tanımlama ve nitelemeler geliştiriliyor. Ancak önemli bazı sorular da yanıt bekliyor:

Bu belirleme ve nitelemelerin sınırını çizen kim?

Bu noktada göz önüne alınan-alınacak ölçütler ne?

İlk sorunun yanıtı belirgin: Söz konusu belirlemeleri yapan; terörün, teröristin kimliği ve bir kişinin terörist ya da bir olayın terör olayı oluşunu ortaya koyan, uluslararası ilişkilerde yönlendirici konumda bulunan veya hâkimiyet kurmaya çabalayanlar…

İkinci sorunun yanıtını vermek kolay değil. Çünkü ölçüt sorunu, olanca ağırlığıyla karşımızda duruyor. Aslında tam da burada, bir keyfiyet kendini gösteriyor. Örneğin 11 Eylül’de yaşananlar, nasıl bir terörist saldırı ise aynı şekilde ABD’nin 11 Eylül’e yeni gerekçeler katarak, Afganistan ve Irak’ı işgali de bir terör; daha doğru ifadeyle karşı terör saldırısıdır.

ABD’nin çıkar ve uzun erimli tasarıları gereği, ortaya çıkan bu iki işgal, keyfiliğin ne denli büyük bir tehdit olduğunun da kanıtı.

Keyfiliğin bulunduğu yerde hukuktan, yasa ve sözleşmelerden bahsetmek de imkânsızlaşıyor.

Aslında, dünyada yükselen terör tehdidi ama bundan da önemlisi küresel paranoya, hedef belirleme ve saldırı gerçekleştirmede kolaycılığa kapı açıyor.

Sonuçta, yeterli ve etkileyici bir olay bulmak ya da yaratmak önem kazanıyor…

İşkencenin olumlanması
ABD’li yetkililer, Afganistan ve Irak işgallerinden bu yana yaptıkları açıklamalarda, terör tehdidinin ve olası saldırıların önlenmesi amacıyla gerekli her şeyin yapılabileceğini vurguluyor. Bunlara işkence de dâhil.

ABD’li yöneticilere göre “işkencenin bazı türleri, gerekli ve yasal.” Bu ifadeler, zaten önemli işkencehanelerde vücut buluyor. Hapishanelerdeki (Guantanamo, Balgram, Ebu Gureyb, Diego Garcia…) işkencehaneleri, uçan ve yüzerler izliyor.

Hukuk tanımazlık, insan haklarına aykırılık ve insan onurunu yok sayma gibi öz nitelikleri barındıran işkencenin, terörle mücadele gibi bir meşrulaştırılma gerekçesi, kimi ülkelerde kendine hızla taraftar buluyor.

Türkiye örneği…
“Dünya Kamuoyu” (WPO) adlı programın anketi, yeryüzünde işkenceye bakışı resmetmesi açısından önem taşıyor.

Örneğin “masum insanların hayatı söz konusuysa, işkence uygulanmalı” diyenlerin oranı Hindistan’da yüzde 59. Bu oran Nijerya’da yüzde 54, Türkiye’de yüzde 51 ve Tayland’da yüzde 44.

“Genel anlamda işkence uygulanmalı” diyenlerin oranına bakıldığında Türkiye, Çin’le başa baş durumda. Oran yüzde 18.

"Hiçbir koşulda işkence yapılmamalı” diyenlerin oranı Türkiye’de, 2006’daki yüzde 62’lik dilimden 2008’de yüzde 36’ya geriliyor.

Raporu yayımlayanlar, Türkiye’de son yıllarda artış gösteren PKK terörünün işkenceye bakışı değiştirdiğini belirtiyor. Fakat bu gerekçe bile, bazı sorunların kendisini göstermesini engellemiyor.

Örneğin özgürlük-güvenlik ikilemi bağlamında, “güvenlik adına” işkencenin evetlenmesi başlı başına bir sorun.

Bunun yanında “masum insanların güvenliği” gerekçesinin de zemini zayıf. Keza terör tehdidinin varlığından bahsederek, suçlu-suçsuz herkese işkence uygulanabilir.

Terörün kaynaklarını, uluslararası bağlantılarını ve ekonomik nedenlerini çözümleme ve bunların üstesinden gelme yerine, “güvenlik” adına işkenceye başvurmak sorunun giderilmesini sağlar mı?

İşkence hem bir el bombası hem de Rus ruleti gibi. Bunu onaylamak, insan onuruna karşı her türlü saldırının kapısını ardına kadar açmak anlamına da geliyor.

O yüzden işkenceye karşı tavır almak, insanın önünde büyük bir sorumluluk olarak duruyor…

23 Haziran 2008 Pazartesi

İRAN’DAN “DEMOKRASİ” AKİSLERİ…
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’de türbanlı genç kızın televizyon ekranlarından “ben Humeyni’yi seviyorum, Atatürk’ü sevmiyorum” şeklinde yankılanan sözleri henüz sıcakken, “Ahlak Polisi”nin İran’daki yaz avı da başladı.

1979’da Şah’ın devrilişiyle iktidarı ele geçiren ve halka “demokrasi” muştusu veren Humeyni’nin yarattığı ortam, bugün kuralların ve “inançların” gereğini yerine getirmekle görevli devlet güçlerinin eylemleriyle daha da taçlanıyor.

1980’lerin başında İran’daki sosyalist ve aydın kesimler, Humeyni’nin yaratacağı “demokratik” ortama destek vermeyi kararlaştırmıştı.

22 Temmuz seçimlerinde bağımsız aday olarak Meclis’e giren ve “Türkiye’nin tek sosyalist milletvekili” olarak sunulan ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, dönemin TUDEH’lilerinin şunları ifade ettiğini belirtiyor:

- “O zaman yanlışlar yapmış olabiliriz. Ama bugün olsa yine ‘demokrasiyi’ savunurduk…”

İran’da bugün ne kadar “demokrasi” bulunduğu tartışma götürmez! Keza halka benimsetilen “demokrasi”, “Ahlak Polisi”nin kadınları ve erkekleri Batılı tarzda giyinmeleri, saç modelleri ve davranışları yüzünden son derece sıkı şekilde takibe almayı; hatta hapis ve para cezasına çarptırmayı gerektiriyor…

İran’da yalnız kadınlara ayrılmış, yüksek duvarlarla çevrili parklar bulunuyor. Humeyni’nin başlattığı “demokratik” sürecin sonucu olarak, İranlı kadınlar buralarda kısıtlı “özgürlüğün” keyfini sürüyor.

Başlarını, yasalara uygun örtmedikleri veya renkli türban kullandıkları için hemen sorguya alınıyorlar. Renkli türbanları ve sakıncalı kıyafetleri nereden aldığını söylemeleri isteniyor kendilerinden.

Geçmişte Humeyni taraftarlarıyla birlik olup, İslami yönetime destek çıkan sosyalistler, İran’ın 2008’deki “demokratik” ortamından ne kadar hoşnut?

“Bugün olsa yine yapardık” anlayışı baskı, ayrımcılık ve hurafelerin etkinliği ile kuşatıcılığı karşısında nereye yerleştirilebilir?

Daha da önemlisi “demokrasi” adına toplumun dönüştürülmesi, İslami dikta kurulması; tüm hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, dünün özgürlük savunucularına nasıl görünüyor?

İran, bugün Türkiye için ders alınması gereken bir örnek niteliğinde...

Türkiye’de “özgürlük”, “insan hakları” ve “demokrasi” adına, din bezirgânları ve sömürgenlerinin enikonu palazlanıp, iktidar eliyle hızla yükseldiği; toplumu kendi çizgisine çekmeye çalıştığı bir dönemde…

16 Haziran 2008 Pazartesi

ÖZLENMEYECEKSİN BUSH…
ALİ BULUNMAZ

Dünyada ABD üzerine konuşulan iki temel konu var. Bunlardan birincisi, başkanlık yarışını kimin kazanacağı: Hillary Clinton’ı geride bırakıp Demokrat Parti’nin adayı olan Obama mı, yoksa Cumhuriyetçi Parti adayı Mc Cain mi?

İkinci önemli konu, ABD’nin İran’ı vurup vurmayacağı. Günleri sayılı olan Bush “İran’la yaşanan nükleer gerilimin çözümü için diplomasiye ağırlık verdiklerini, diğer tüm seçeneklerin de masada olduğunu” ifade ediyor.

Bush bir anlamda giderayak, “barışçıl çözümün öncelikli hedef olduğunu” vurguluyor. Bu ne kadar inandırıcı?

***

Bush’un başkanlık dönemi savaş, işgal ve yıkımla anılıyor-anılacak.

Bu bağlamda barışın, Bush’un ağzından çıkan bir söz olmasının dışında, herhangi bir anlamı ve değeri yok. Ancak Bush, aklı başında her insanı tebessüm ettirecek biçimde “yanlış anlaşıldığını” söylüyor.

Bush “asla savaş heveslisi biri olmadığını” açıkladıktan sonra, ABD’nin görevini de hatırlatıyor:

- “Amerika iyilik ve özgürlük için bir güç.”

“İyilik” ve “özgürlüğün” dağıtıcı ve kollayıcısı (!) ABD’nin, Ortadoğu’da akan kanın hem doğrudan hem de dolaylı biçimde sorumlusu olduğu gerçeği unutturulmaya çalışılıyor.

Yine de Bush, ABD’nin “demokrasi” ve “özgürlük” dağıtma görevinin Irak’ta başarıya ulaştığını anlatmaktan da geri kalmıyor:

- “Irak savaşı bir hata değil, Saddam Hüseyin iktidarı yıkıldı. Dünya şimdi daha güvenli. Ben savaşı istemiyorum ancak Saddam Hüseyin’i düşürmek doğru bir karardı.”

***

Peki, Irak’taki 1 milyondan fazla ölü, milyona yaklaşan sayıdaki kayıp ve evsiz kalan, göç etmeye zorlanan on binlerce insan “güvenli dünyanın” neresinde konumlanıyor?

Terör örgütlerinin kamp kurduğu, mezhep boğazlaşmalarının hüküm sürdüğü ve insan haklarının hiçe sayıldığı Irak, bu “güvenli dünyanın” neresine eklemleniyor?

Bush’un, kimse tarafından anlaşılamamış “barışçı kişiliği”, bunların ardından tüm “ağırlığıyla” ortaya çıkıveriyor.

Ancak acı coğrafyası Ortadoğu’da, aynı sorular bir kez daha soruluyor: Neye yaradı? Kim kazançlı çıktı?

Bush’un “yanlış anlaşıldım” demesi, pişmanlığı çağrıştırmıyor. Bu olsa olsa timsah gözyaşlarıdır.

Her şey olup bittikten sonra ve yeni çatışma ile işgaller ısıtılırken, barıştan söz açan Bush’a dünya şöyle sesleniyor: Git artık Bush.

Ve hemen ardından, Bush’un yakın dostu Merkel’in Hıristiyan Demokrat partisinin kimi üyeleri şunu ekliyor: “Özlenmeyeceksin…”

9 Haziran 2008 Pazartesi

ABD’NİN İŞKENCEHANELERİ
ALİ BULUNMAZ

Uluslararası Af Örgütü, 2007 yılı raporunu Mayıs ayı sonunda yayımladı. Raporun merkezinde, dünya genelinde insan hakları ihlallerinin devam ettiği yer alıyordu.

Örneğin Çin yönetimine Myanmar, Zimbabve ve Sudan’dakine benzer şekilde, ekonomik çıkarlar adına kendi vatandaşlarının haklarını çiğnediği yönünde güçlü eleştiriler yöneltildi.

Eleştiri oklarının hedefindeki bir diğer ülke ise ABD’ydi. Buna göre ABD’nin, dünya politikasında üstlendiği rol ve Pakistan’da, iktidarının devamı için baskıyı kullanan Pervez Müşerref’e vermesi kınandı.

Çin ve ABD’ye yöneltilen eleştirilerin yanında raporda, “teröre karşı savaş” gerekçesinin insan hakları ihlallerini hızlandırdığı vurgulandı. Bir başka deyişle “teröre karşı savaşın”, insan haklarını ve özgürlükleri çiğneyip kısıtlayan, yasa dışı takip ve çeşitli uygulamaların “gerekçesi” ya da yasal kılıfı haline getirildiği belirtildi.

Bir, iki, üç; daha fazla Guantanamo!
Söz konusu eleştirilerin yoğunlaştığı noktayı, Guantanamo’daki ABD üssünde yaşananlar oluşturuyor. Af Örgütü Genel Sekreteri Irene Kahn Guantanamo’da tutulan ‘terör şüphelilerine’ yargılanma hakkı tanınmadığını” ifade ederek, “bu üs kapatılmalıdır” diyor.

Ancak Guantanamo’nun popülerliği, zaman zaman diğer işkencehanelerin gözden kaçmasına da neden olabiliyor. Örneğin Irak’taki Ebu Gureyb ve Afganistan’daki Balgram hapishanesi, Guantanamo’dan sonraki en bilinen işkencehaneler.

Bunların yanında, daha az veya hiç bilinmeyen bir yer var ki, o da Diego Garcia.

Diego Garcia: “Adalet Kapısı”
Diego Garcia, Afrika ve Endonezya arasında yer alan küçük bir ada. ABD’nin gizli askeri üssü olan adaya, askeri personel ve bir de “sorgulanmak” üzere getirilen “terör şüphelileri” dışında kimse alınmıyor.

Adada, 1971’den bu yana ABD’nin etkinliği var. 1970’li yıllar boyunca ABD’liler, İngilizlerin de yardımıyla Diego Garcia ve çevresindeki Chargos takımadalarındaki yerlileri kargo gemileriyle sürgüne gönderdi.

Aynı tarihlerde, adanın “sade bir iletişim tesisi” olacağını belirten ABD yönetimi, Kongre’den onay alarak üssün inşasına başladı.

Diego Garcia o gün bugündür, ABD tarafından Hint Okyanusu’ndaki “stratejik ada” biçiminde niteleniyor. Bunun en önemli nedeni adanın İran körfezi, Güney Afrika ve Asya’ya yakınlığı.

ABD, bu stratejik üssü önemli harekatlarda kullandı. Örneğin 1973 Arap-İsrail Savaşı, Afganistan ve Irak işgalleri bunlardan bazıları.

Diego Garcia, şimdilerde bir başka adla daha anılıyor: “Adalet Kapısı” 2007’de, 2 bin kişilik hava kuvvetleri personelince kurulan tesise bu isim verilmiş. Ama fiili olan, buranın tıpkı Guantanamo, Ebu Gureyb ve Balgram gibi “terörle savaşta”, “olağan şüphelilerin sorgulandığı” bir işkencehane biçiminde kullanılması.

Üstelik buranın bir başka özelliği daha var: Diego Garcia, yüzer işkencehanelerin, bir diğer deyişle “şüphelilerin” taşınıp "sorgulandığı" gemilerin de ana limanlarının en önemlisi.

Uluslararası Af Örgütü’nün 2007 raporuna konu olan Guantanamo başlığı altına, artık Diego Garcia da rahatlıkla yazılabilir. ABD’nin hukuk tanımazlığı ve uluslararası sözleşmeleri çiğneyişinin bir başka simgesi de Diego Garcia.

Fakat buradaki hukuk tanımazlığın bir diğer boyutu, Diego Garcia’lılar ile Chargos’luların sürgün ettirilmeleri. Şimdi bu iki grup, ABD ve İngiltere aleyhine dünya çapında bir girişim başlattı. Hem üssün adadan kaldırılması hem de topraklarına geri dönebilmek için.
ABD ve ortaklarının çift boyutlu hukuk tanımazlığına karşı, herhangi bir sonuç elde edip edemeyecekleri ise merak konusu…

26 Mayıs 2008 Pazartesi

KÜÇÜK SAVAŞÇILAR
ALİ BULUNMAZ

Savaş ve çatışmalar, en çok çocukları etkiliyor. En önemli yaraları çocuklarda açıyor. Ruhsal çöküntünün en büyüğünü de yine onlarda yaratıyor.

Bugün dünyanın dört bir yanında süren savaş ve iç çatışmalarda çocuklar ölüyor, sakat kalıyor ve büyük bunalımların içine düşüyor. Ama bundan daha acı olan, savaş ve çatışmalarda çocukların kullanılması. Bir başka deyişle çocuklar, küçük askerler ya da savaşçılar olarak boy gösteriyor.

Çocukların savaştırılması veya çatışma alanlarına sürüklenmesi canlı bir tartışma konusu olmasına rağmen, bugünlerde yeniden gündemin ilk sıralarını meşgul etmeye başladı.

Irak ve kız çocukları
Bu sorunu gündeme getiren ilk ola, Bağdat’ın Yusufiye kasabası yakınlarında yaşanan intihar saldırısı.

8 yaşındaki kız çocuğu, üzerindeki patlayıcılarla gerçekleştirdiği saldırı sonucu, kendisiyle beraber birçok Iraklının ölümüne yol açınca, kız çocuklarının Irak’ta kimi eylemlerde kullanılışı gerçeği bir kez daha gün ışığına çıktı.

Rakamlar endişe verici: 100 binden fazla kız çocuğu ve genç kızın, Irak’ta intihar eylemi ve saldırılarda kullanıldığı belirtiliyor.

Çocuk Hakları ile ilgili çalışmalar yapan İngiliz Plan UK Vakfı, Irak’ta 100 binin üzerinde intihar eylemcisi kız çocuğu bulunduğunu saptadı. Bu çocuklar, önce saldırı ve tecavüze uğruyor, daha sonra çatışma bölgelerinde görevlendiriliyor.

İngiliz Plan UK Vakfı’nın araştırması Irak’la da sınırlı değil. Verilere göre Kongo’da 12 bin 500, Liberya’da 8 bin 500, Uganda’da 6 bin 500, Hindistan’da ise 900 ila 1000 arasında saldırı amacıyla eğitilen kız çocuğu bulunuyor. Genel olarak savaş bölgelerinde, 200 milyon genç kızın çatışma ve intihar eylemlerinde kullanılma olasılığından söz ediliyor.

China Keitetsi…
Bugün kesin olan bir şey varsa, dünya genelinde 18 yaş altı 250 bin çocuk askerin bulunduğu. Özellikle Afrika’daki kabile çatışmaları ve iç savaşlarda, çocukların kullanılması ve silah altına alınması “alışılmış” bir durum.

Onlardan biri de Ugandalı China Keitetsi. Deutsche Welle’den Matthias Bertsch’in haberi, Keitetsi’nin hikâyesini ve yaşadıklarını anlattığı “Gökyüzü ve Yeryüzü Arasındaki Gözyaşları: Yolumun Hayata Geri Dönüşü” başlıklı kitabını dünyaya duyurdu.

Bugün 30 yaşında olan ve Danimarka’da yaşayan Keittetsi ve arkadaşlarının hayatı, oyun oynarken hükümet askerlerini taşıyan kamyonetin, bulundukları bölgeden geçmesiyle değişiyor. Kaçmayı deneseler de, askerlerin eline düşüyorlar.

Bu olayın ertesinde silah altına alınan Keitetsi, üstlerince tacize uğruyor.

Keitetsi, ülkesinde çocukların askerlere hayranlık duyduğunu belirtiyor, bunun nedenini ise “rütbesi yüksek olan çocukların, kendilerinden yaşça büyük ama düşük rütbeli kişilere emir vermesinin ilgi çekici oluşu” şeklinde açıklıyor.

Uganda’da, gece evler basılarak kaçırılan çocuklar arasından 15-17 yaşlarındakiler diğerlerine “olumsuz örnek olmasın ve onları caydırmasın” diye hemen öldürülürken; 8 ila 10 yaşındakiler, daha kolay eğitilebileceği için orduya alınıyor.

Keitetsi, bu cendereden kurtulmuş şanslı çocuklardan sadece biri. Ancak 18 bin ülkede, 250 bin çocuk asker kullanılıyor. Bu çocuklar özellikle, mayın ve patlayıcı yerleştirme gibi işlere zorlanıyor.

Sierra Leone ve İvan…
Keitetsi’ye benzer bir hikâyesi olan çocuklardan biri de Sierra Leone’den İvan.

Üstlerinin kendisine silah ve uyuşturucu verdiğini, soğukkanlılıkla adam öldürdüğünü anlatıyor İvan. İç savaş sırasında “önemli biri” olduğunu daha doğrusu “kendini önemli biri gibi hissettiğini” de ekliyor.

Sierra Leone’deki vahşetin fotoğrafı iç burkan cinsten. İvan, yaptıklarını sıralıyor: “Cinayet, diş sökme, kol-bacak kesme, tecavüz…” İvan’ın yaşadıkları ve yaşattıkları, çocuk asker veya savaşçı gerçeğinin bir ucundan tutmamızı sağlıyor: Çocuklar buralarda “en iyi” savaşçı olarak görülüyor; çünkü cesur ve istekli bir yapıya sahipler.

Onlar için, ülkenin en çalkantılı döneminde yarına dair “umut” savaşmaktı. Şimdi ülkede görece bir barış ortamı hâkim. O zaman kaybedecek bir şeyi olmadığını ve ölmeyeceğini sanan pek çok çocuk savaşçı, bugün ya hayatta değil ya da İvan gibi, mevcut ortama uyum sağlamakta zorlanıyor.

Gerek Irak’ta Yusufiye’de intihar saldırılarında gerekse Uganda’daki Keitetsi ve Sierra Leone’deki İvan gibi orduda; genel olarak 18 bin ülkede kullanılan çocuk askerler veya savaşçılar, önemli bir gerçeği göz önünde bulundurmayı gerektiriyor:

Söz konusu çocuklar, çarpık düzen ve ilişkilerden doğan çatışma ve savaşlardaki bir nesne konumunda…

Ve bilincinde olsa da olmasa da, hepsi kendilerini özne kılacak yardımları bekliyor…

19 Mayıs 2008 Pazartesi

GÜNEY AMERİKA’DAKİ TRUVA ATI: KOLOMBİYA
ALİ BULUNMAZ

Güney Amerika denilince akla askeri cuntalar, bağımsızlık mücadeleleri, komünist örgütlenmeler, halk ayaklanmaları, yoksulluk, uyuşturucu kartelleri, CIA güdümlü askeri darbeler gibi birçok konu geliyor.

Güney Amerika’da 20. yüzyılı, bu gelgitler belirledi. Söz konusu yüzyılın son çeyreğinde ise, yoksulluk ve çokuluslu şirketlerin egemenlik mücadelesi sahne aldı. 21. yüzyılın başında, Güney Amerika’da birbiri ardına iktidara gelen sol partiler IMF, Dünya Bankası, ABD ve çokuluslu şirketlere karşı bir direniş sergiliyor.

Ancak bu direnişte, hiçbir lider ve ülke Chavez ve Venezüela kadar etkin bir rol üstlenmiş değil.

Güney Amerika ve sol
2006’da göreve gelen Şili Devlet Başkanı Bachelet ve 2002’de seçimden zaferle çıkan Brezilya Devlet Başkanı Lula; Venezüela Devlet Başkanı Chavez, Ekvator Devlet Başkanı Correa ve Bolivya Devlet Başkanı Morales’e oranla daha ılımlı bir sol siyaset izliyor. Şimdilerde ikinci gruba Paraguay’da seçimleri kazanan Lugo’yu da eklemek mümkün.

Şili Devlet Başkanı Bachelet, ABD ile dengeli bir politikadan yana. Özellikle serbest piyasa ekonomisini destekleyen icraatları dikkat çeken Bachelet, Bush’un övgüleriyle de karşılaştı.

Brezilya Devlet Başkanı Lula ise, Bachelet’e göre Chavez ve Venezüela’ya daha yakın duruyor. Lula Asıl olarak, arabuluculuk görevleri üstlenmeyi tercih ediyor.

Ekvator Devlet Başkanı Correa, IMF ve ABD politikalarına sert eleştiriler yöneltiyor. Ona göre Güney Amerika ve daha genel anlamda Latin Amerika, Washington’ı dengeleyecek yegâne güç.

Bolivya’da görevdeki Morales ise, Chavez’le beraber ABD’ye karşı en sert muhalefeti yürüten isim. Morales, ABD’nin “uyuşturucu ile mücadele” adı altında yürüttüğü programlara, Güney Amerika’nın istikrar ve birliğini bozacağı gerekçesiyle karşı çıkıyor. Bununla beraber Bolivya’nın doğalgaz kaynaklarını devletleştirerek, ülke zenginliklerinin çokuluslu şirketlerce yağmalanmasının önüne geçiyor.

1998’de göreve gelen Venezüela Devlet Başkanı Chavez ise, ABD’ye karşı en sert ve güçlü muhalefeti yürütüyor. Afganistan ve Irak işgallerine karşı çıkan Chavez, ABD’nin kıtadaki kukla rejimlerinin alternatifi olarak gösteriliyor.

Chavez 1998’den bu yana önemli icraatlara da imza atan bir lider. Yoksul Karayip ve orta Amerika ülkelerine düşük fiyatla petrol satan Chavez, IMF’yi ülkesinden kovdu ve Venezüela'da kişi başına gelirin yükselmesini sağladı. Bunun yanı sıra sosyal politikaların yoksullarla ulaşmasına ön ayak oldu.

Güney Amerika’daki muhalif ittifaka en son Paraguay katıldı. Seçimi kazanan Lugo, “orta sol” hareketiyle ABD karşıtlığına eklemlendi. Eski bir rahip olan Logo, Chavez ve Morales’le arasına belli bir mesafe koysa da, onların sosyal politikalarını benimseyeceğini de açıkladı.

Güney Amerika ve birlik…
Güney Amerika ülkeleri uzun yıllardır yapısal bir birlik oluşturma adına çeşitli çabalar sergiliyor. 90’ların sonu 2000’lerin başında kıtada arka arkaya iktidara gelen sol hareketler, bu birlik çabalarının yeniden ve daha ciddi şekilde dillendirilmesine neden oluyor.

Chavez’in başı çektiği sol iktidarların buluşma noktası küreselleşmeye ve çokuluslu şirket egemenliğine karşıtlık ve devletleştirme olarak belirginleşiyor.

Bu yüzden ABD, AB ve çokuluslu şirketler, yatırımcıların kıtaya gelmekten ürktüğünü belirtiyor. Ancak Güney Amerika’daki sol iktidarlar bu endişelerden öte, kendi halklarının geçmişteki ezilmişliği ve yoksulluğunu giderme peşinde. ABD ise, Güney Amerika’daki sol iktidarların kendi siyasi ve ekonomik çıkarları açısından tehlike oluşturduğu görüşünde.

“Plan Kolombiya”
Güney Amerika’daki sol iktidarların karşısında, Peru ve Kolombiya gibi ABD’nin desteğini alan sağ hükümetler görev başında. Burada Kolombiya’ya özellikle değinmek gerekli.

Kolombiya’da, ABD yanlısı Uribe hükümeti iktidarda. 2006’da yapılan seçimlerde güven tazeleyen Uribe, baskıcı yöntemleriyle dikkat çekiyor. Kolombiya’daki sendikacı, gazeteci ve insan hakları savunucularını hapse atan; muhalifleri ve siyasi rakiplerini de baskı altında tutan bir lider olan Uribe’nin geçmişi de soru işaretleriyle dolu.

90’ların ortalarına kadar, Kolombiya’nın uyuşturucu kartelleriyle işbirliği yapan Uribe’nin gücü, sadece elde ettiği seçim başarısından kaynaklanmıyor. 2000’de “uyuşturucu kaçakçılığı” ve “yasa dışı örgütlerle mücadele” için ABD’nin başlattığı ve para yağdırdığı “Plan Kolombiya” adlı hareket, Uribe’nin iktidarı için de önemli.

“Plan Kolombiya”, ülkedeki uyuşturucu kaçakçılığı ve gerilla hareketini “önlemek” amacıyla tasarlanmış ve hayata geçirilmiş bir girişim. Uribe hükümeti, bu doğrultuda girişimin fikir babası ABD’den para yardımı alıyor.

John Pilger Newstatman’daki 24 Nisan tarihli yazısında, ABD’nin ön ayak olduğu “Plan Kolombiya”nın “Güney Amerika’da bir İsrail yaratma tasarısı” olduğunu vurguluyordu. Buna göre ABD, Kolombiya’ya 6 milyar dolarlık silah, lojistik, özel kuvvet, uçak ve paralı asker yardımı yaptı. Amerikalılar Okulu’nda eğitim gören askerler, işkence teknikleri ve suikastlarla ilgili geniş çaplı bilgi edindi. Bu askerlerin görünürdeki görevi, FARC’ı (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri’ni) yok etmek ve ülkedeki uyuşturucu kartellerini etkisiz hale getirmekti.

Burada FARC için bir parantez açmak zorunlu. Keza bu örgüt, adam kaçırma ve uyuşturucu ticareti gibi yöntemlerle gücünü sınarken, öte taraftan da yandaş toplamaya çalışmakta. ABD ve Uribe hükümeti de bunu, propaganda aracı haline getiriyor. Bir başka deyişle, Güney Amerika’daki devrimci direnişle FARC’ı özdeşleştirme yoluna giderek, söz konusu muhalefete kara çalıyor.

ABD ve Uribe hükümeti, “Plan Kolombiya” ile FARC üzerinden ve Kolombiya’yı merkeze koyarak, Güney Amerika’daki birlik çabalarını bozmaya yöneliyor; Venezüela lideri Chavez’i iktidardan indirmeye çalışıyor. Kolombiya askerleri de, bu anlamda ek bir görev üstlenerek Venezüela halkının arasına karışıp güvenlerini kazanmaya gayret ediyor. İşte “Plan Kolombiya” doğrultusunda eğitilen askerlerin asıl görevi de bu.

ABD, Kolombiya’yı Güney Amerika’da bir Truva atı olarak kullanırken, “şer ekseni”ne kattığı Venezüela’yı İran, Kuzey Kore, Suriye, Küba ve Sudan gibi ülkelerle aynı gruba koyuyor.

Kimi Avrupa ve ABD gazeteleri, Chavez’in uyuşturucu kartelleri ve FARC’la organik bağı olduğunu iddia ediyor. Chavez, Avrupa’ya uyuşturucu satmakla suçlanıyor.

Güney Amerika’da sol hükümetler, ABD ve küreselleşmeyle beraber, çokuluslu şirketlerin egemenliğine karşı çıkarken; “Plan Kolombiya” da kıtadaki muhalif kesimleri içine alacak şekilde dallanıp budaklanıyor…