31 Mart 2008 Pazartesi

CHENEY NE ALDI?
ALİ BULUNMAZ

Türkiye’nin yoğun gündemi; şafak baskınları, gözaltılar, muhbir “gazetecilerin” ihbarları ve tepkiler, Cheney’nin ziyaretinin yeterince tartışılmasını engelledi.

Türkiye’ye gelmeden önce, Cheney’nin gündemindeki maddelerin Afganistan’a ek asker gönderilmesi ile İran’a karşı kurulacağı söylenen füze savunma sistemi olduğu biliniyordu. Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklaması, bu iki konunun hiç konuşulmadığı yönündeydi.

Erdoğan, “Cheney bizden Afganistan’a ek asker gönderilmesi konusunda kesinlikle bir talepte bulunmadı” biçiminde bir açıklama yaptı. Ancak Reuters’a demeç veren üst düzey bir ABD’li yetkili, Cheney’nin temaslarında bu konuyu gündeme taşıdığını şu sözlerle duyurdu:

“Afganistan’a ek asker gönderilmesi konusundaki isteğimizi bildirdik ama Türk hükümetinden ne asker verilmesi ne de Afganistan’daki desteğin arttırılmasıyla ilgili destek alabildik.”

Dışişleri Bakanı Ali Babacan da “Cheney Afganistan için asker talebinde bulunmadı, talep NATO’dan geldi” diyerek, bir anlamda üst düzey ABD yetkilisini doğruladı.Babacan’ın, NATO’nun isteğine karşılık AKP hükümetinin takınabileceği tavır ise, şu satırlarda kendini hissettiriyor:

“Pakistan’a yansıyan olumsuzluklar çerçevesinde, Afganistan’da olup bitene sessiz kalamayız ve bu doğrultuda NATO’dan gelecek isteğe tüm kapıları kapatamayız.”

Erdoğan ve Babacan, ABD’nin asker isteğinde bulunmadığını belirtiyor. Babacan buna ek olarak, asker talebinin NATO’dan geldiğini vurguluyor.

Şimdi sorulması gereken şu: NATO’daki etkin güç hatta tek karar mercii kim? Bir başka deyişle NATO ile ABD’yi özdeşleştirmek, yanlış bir belirleme olur mu?

***

Cheney’nin ziyaretinin bir diğer ilginç yönü, Türkiye’ye gelişinde Bush’un isteğinin etkili olmasıydı. Keza Cheney, ziyaret sonrasında “Ankara’ya Başkan Bush’un isteği üzerine geldim, burası programımda yoktu” diyerek bir başka gerçeği hatırlatmış oldu.

Cheney, 1 Mart tezkeresinin meclisten geçmemesi sonrasında, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’ye mesafeli durmayı tercih etti. Hatta Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirilmesi olayının arkasında Wolfwitz ile beraber Cheney’nin bulunduğu da, ABD’li çeşitli kaynakların sağlam iddialarından. Buradan bakıldığında, Cheney ile Tayyip Erdoğan’ın Beyaz Saray’daki fotoğraflara benzer şekilde el sıkıştığı karelerin, gerçeği ne kadar yansıttığı da ayrı bir tartışma konusu.

Tüm bu verilerin ışığında, Cheney’nin Kuzey Irak ziyareti sonrasında sarf ettiği “ilk kez ‘Kürdistan’ı ziyaret etme fırsatı buldum” sözü, bir anlamda istediğini alamayan bir gölge başkanın Türkiye’yi üstü kapalı biçimde tehdit etmesi olarak yorumlanabilir mi?

Aynı şekilde Barzani’nin “bizi dikkate alın” türünden açıklamaları, Cheney’nin örtük “Kürdistan” tehdidi ile paralellik göstermiyor mu?

Bu arada, İran’ın terörist saldırıları bahanesiyle Türkiye’ye kurulması hedeflenen ve Rusya’yı, ABD’nin kendisini çevreleme girişimi olarak kabul ettiği füze kalkanı projesi, Cheney’nin Ankara ziyareti sırasında gündeme gelmedi mi? Kapalı kapılar ardında neler konuşuldu?Bunları öğrenmek için biraz daha zamana ihtiyaç var anlaşılan…

24 Mart 2008 Pazartesi

CHENEY’NİN ÇUVALI…
ALİ BULUNMAZ

Robert Fisk, 19 Mart günü The Independent’daki yazısında, Irak işgaliyle ilgili şunları söylüyordu: “Demokrasi için mi, petrol için mi oradayız? İsrail için mi? Kitle imha silahları için mi, yoksa İslam korkusu için mi? (…) Varlığımız, gücümüz ve terörümüz bizi uçuruma itiyor. Artık Müslüman dünyasını yalnız bırakmadan, Ortadoğu’daki felaketi önleyemeyeceğimizi anlamamız gerekiyor.”

Bush, ABD başkanlık koltuğuna oturduğunda genel kanı, eğer hata yaparsa etrafında onu dizginleyecek isimlerin bulunduğu idi. Hatta bu isimlerin başında da Dick Cheney gösteriliyordu. Ancak 11 Eylül’ün ardından, Afganistan ve Irak işgallerinin mimarlığını Cheney’nin yaptığı anlaşıldı. Karanlık ilişki ve işgallerin ardından hep Cheney çıktı. Afganistan ve Irak işgalinin 5’inci yılında Cheney, Ortadoğu gezisinde “sürpriz” ziyaretler gerçekleştiriyor.

Gülümsemeyen adam
Gölge başkan; ABD Başkan Yardımcısı Cheney, Ortadoğu gezisine Irak’la başladı. Buradaki ana durak ise Bölgesel Kürt Yönetimi’ydi. “Iraklı Kürtlerle özel dostluk geliştirdiklerini” söyleyen Cheney, “federal, çoğulcu, demokratik Irak”tan bahsetti.

Türkiye’de kendisini yakından tanıyan gazetecilerin aktardığına göre, neredeyse hiç gülümsemeyen Barzani de, Cheney’ye büyük bir mutlulukla “Irak Anayasası’na bağlı oldukları ve sorunların çözümü için pozitif rol oynayacaklarının” güvencesini verdi.

ABD ile Bölgesel Kürt Yönetimi arasındaki yakınlığın ve burada resmen kurulması beklenen kukla devletin, Cheney tarafından “federasyon” sözcüğü ile muştulanması da ayrıca öneme sahip. Çalakalem yorumlarda “ABD Kürtleri gözden çıkardı” şeklindeki belirlemeler ise, Cheney’nin Irak’ın kuzeyinde kullandığı ifadelerle uyuşmuyor.

Afganistan
Cheney’nin ikinci durağı ise Afganistan’dı. Bir süredir burada kontrolü elden kaçırdığını hisseden ABD, NATO eliyle ülkeye ek asker getirilmesi talebini bir kez daha dillendirdi.

Özellikle Taliban denetimine geçmeye başlayan Helmand vilayetine ek askeri birlik gönderilmesi için Cheney, Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai ile görüş birliğine vardı. Washington ve NATO’nun isteği, burada Taliban’la savaşacak muharip birlikler konuşlandırmak.

Ancak NATO üyeleri bu isteğe sıcak bakmıyor. Bu bölgede dikkate değer kayıp veren İngilizler, yoğun kamuoyu baskısıyla baş etmeye çalışıyor. İşte bu noktada Cheney’nin Ankara ziyareti büyük önem kazanıyor.

Ve Türkiye…
Cheney’nin Ankara ziyaretinin iki boyutu var. Birincisi Afganistan’ın Helmand vilayeti için düşünülen muharip gücün Türkiye’den sağlanması. Bu bağlamda 7 bin 500 asker için AKP ile “pazarlığa” girişecek olan Cheney, Kuzey Irak’a harekat izni verilişinin ve "istihbarat paylaşımının" karşılığını bu şekilde almak niyetinde.

Ancak Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, PKK ile mücadele söz konusu olduğundan, Afganistan’a ek asker gönderilmesine karşı çıkıyor. Dışişleri Bakanı Ali Babacan ise Cheney’nin ziyareti öncesi Ankara’ya gelen Afganistan Dışişleri Bakanı Dafdar Spanta ile yapılan görüşmeden sonra “Afganistan’a her türlü desteği verme eğiliminin ağır bastığını” dile getirdi.

Bir anlamda AKP hükümeti köşeye sıkışmış durumda. Kuzey Irak’a düzenlenen kara harekatı için ABD’nin iznini alan AKP, şimdi “stratejik ortağın” bunun karşılığındaki isteğini TSK’nin ve kamuoyunun muhalefetine rağmen, bir şekilde yerine getirme çabasında olacağının işaretlerini verdi.

Cheney’nin ziyaretinin ikinci boyutu, İran’a karşı kurulacak füze kalkanı tasarısı. ABD’nin daha önce Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya kurmak için, bu ülkelerin hükümetleriyle anlaştığı sistemin bir ayağı da Türkiye’de olacak.

Buna göre İran, söz konusu sistemle çevrelenirken; İran’ın iç kesimlerindeki nükleer tesislerin vurulması amacıyla da bu sistem kullanılacak. ABD’nin hedefi, Türkiye ile birlikte Irak ve Körfez ülkelerine toplam 10 adet füze kalkan sistemi kurmak.

ABD, Afganistan’da kontrolü sağlamaya çalışırken, öte yandan BOP’un bir diğer ayağını, İran planını gün geçtikçe ısıtıyor. Cheney, çuvalında bunlara yönelik isteklerle çıktığı Ortadoğu gezisi kapsamında Ankara’da olacak.

Türkiye Cheney’nin en önemli durağı. Çuvaldan yine kötü kokular geliyor…

17 Mart 2008 Pazartesi

İŞGALİN YILDÖNÜMÜ VE HUKUK
ALİ BULUNMAZ

ABD’nin Irak’ı işgalinin üzerinden tam 5 yıl geçti. 2003’ten bu yana oluşan tablo ve işgalin bilançosunu veren rakamlar korkutucu boyutta:

-Irak, radikal İslam’ın ve bunu kullanan terör örgütlerinin üssü haline geldi…
-Mezhep çatışmaları ve iç savaş Irak’ı kuşattı…
-Resmi rakamlara göre 1 milyon sivil hayatını kaybetti…
-3.5 milyon kişi evsiz kaldı…

Irak’ta yaşanan dehşeti anlatmak için bu rakamlar ve varolan tablo belirli bir fikir verebilir. Ancak konunun hukuki ve psikolojik boyutu var ki bu, gelecekte yaşanabilecek gerginliklere kapı aralıyor.

Küresel paranoya
11 Eylül ve ardından gelen Afganistan; ama özellikle Irak işgalleriyle zihinlere kazınan “terörle küresel mücadele” kavramı, ABD ile işgal edilen ülkelerde önemli ve bir o kadar da insanlık ve hukuk dışı uygulamalara ön ayak oluyor.

Bu bağlamda ortaya çıkan korku, kaygı, yabancı düşmanlığı ve terör endişesi körüklendikçe, küresel paranoya hem siyasi hem de psikolojik anlamda kullanılabilir bir malzemeye dönüşüyor. İstihbarat faaliyetleri, teknolojik olanaklardan yararlanma ya da bunları dolaşıma sunma, göçmen politikaları ve daha pek çok konu, küresel paranoya ile “terörle küresel mücadele”ye göre şekilleniyor.

En son örnek ABD’nin başlattığı fişleme operasyonu. Vatan gazetesinin Pittsburg Post Gazette’den aktardığı özel haberinde (10.03.2008) yer alan bilgilere göre ABD, ülkeye göçmen olarak yerleşmek isteyenlere yönelik kullanılabilecek terör listesi hazırlama çalışmalarına başladı.

ABD’nin “potansiyel terörist” listesine, çeşitli ülke vatandaşları giriyor. İran, Suriye, Kuzey Kore, Mısır, Ürdün, Türkiye bunlardan birkaçı. Listede yer alan ülkelerin vatandaşları veya yakınları, ABD’ye göçmenlik başvurusu yaptığı anda, olağan şüpheli durumuna düşecek. ABD bu kişilere “özel ilgi gösterilmesi gereken yabancı” diyor. Dolayısıyla aşırı güvenlik denetiminden geçecek bu kişiler, tüm aşamaların tamamlanmasının ardından sonuç “olumluysa” ABD’de göçmen olarak kalabilecek.

Peki ya hukuk?
Georgetown Üniversitesi hukuk profesörü David Cole, “bu ülkelerin listeye alınmasının dünya nüfusunun yüzde 20’si şüpheli hale getirildiğini” vurguluyor. Cole’a göre “insanların dini ve etnik gerekçelerle sınıflandırılması, ABD Anayasası ile çelişiyor.”

Aynı biçimde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 2. maddesi de açık:

“Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir ulusal veya toplumsal köken, servet, doğuş veya herhangi diğer fark gözetmeksizin Bildirge’de ilan edilen tüm haklardan ve tüm özgürlüklerden yararlanabilir.”

Yine 11. maddenin ilk fıkrası da “kimse açık bir yargılama ile kanunen suçlu olduğu belirlenmedikçe suçsuzdur” diyor.

ABD’nin “terörle küresel mücadele” amacıyla uyguladığı politikalar ile açtığı psikolojik ve askeri savaşlar hukuk tanıyor mu?

Irak’ın işgalinin 5. yılında, geride kalan yaşanmışlıklara ve rakamlara bakılarak bu sorunun yanıtı kolayca bulunabilir…

10 Mart 2008 Pazartesi

KÜÇÜK PRENS VE ABD ASKERLERİ…
ALİ BULUNMAZ

Irak ve Afganistan’daki 1 milyondan fazla ölüden, yüz binlerce kişinin kaybından sorumlu olanlar kim? Buradaki gizli işkence üslerinden, hapishanelerden ve CIA uçuşlarından? Kadınlara, genç kızlara uygulanan ruhsal ve fiziksel şiddetten? Tarihin yok edilmesinden?

“Terörle küresel savaş” diyerek yola çıkanlar ve onlarla ortaklık kuranlar, bunun bedelini nasıl ödeyecek? Bu, bilinmiyor. Daha doğrusu bunun yanıtı belli: Kimse bir bedel ödemeyecek, aksine yakıp yıkılan, yok edilen, işkence tezgahlarından geçen halklar “eski yöntemlerle” kandırılacak; “mutluluk” ve “refah” dağıtıcıları onlara küçük bir dünya yaratacak.

Kahraman Prens
Yıllardır yapılan bu: Ortadoğu’nun zenginliklerini sömürüp, buralara petro dolarlar karşılığında silah ve ürün satmak. Bir anlamda ipleri elinde tutmak…

Geçtiğimiz haftalarda dünya basınında iki haber yayımlandı. Bunlarda birincisi, İngiltere Prensi Herry’nin Afganistan’da “savaştığının” ortaya çıkışıydı. Bununla beraber bazı fotoğraflar da ekteydi. Prens Herry, hemen hemen kendi yaşıtı olan ve eşek üstündeki bir çocukla karşı karşıya. Prens’in elinde tam otomatik bir tüfek. Viraneler arasında dolaşıyor…

Afganistan’da adeta sanal alemdeki bir savaş oyununda gibi dolaşan Prens Herry’nin, bölgede bulunduğu anlaşılınca önce güvenli bir yere gönderildi, ardından İngiltere'ye getirildi. Kendisiyle yapılan bir söyleşide “dört gündür yıkanmadığını, elbiselerinin pis olduğunu; ancak hayatının en normal günlerini yaşadığını, gece hayatını özlemediğini, erlerle konuşmanın çok daha eğlenceli olduğunu” belirtti.

ABD askerleri…
Prens’in Afganistan macerası dünya basınında popüler kültür çekiciliği ile verilirken, Irak ve Afganistan’da görev yapmış ABD’li askerlerin yaşadıkları ve uyguladıkları da gündeme geldi.

Afganistan’da görev alan askerlerden Perry O’Brienbir kişinin akşam saatlerinde sokakta bulunması, onun öldürülmesi için en önemli gerekçeydi” diyor. Gece evlere baskınlar düzenlediklerini belirten O’Brien, “buna karşı çıkan arkadaşlarının diğerleri tarafından ruhsal veya fiziksel biçimde cezalandırıldığını” ifade ediyor.

Logan Laituri ise Irak’ta görev yapmış. Laituri, komutanlarının “masum bir sivili öldürdüğünüzde korkmayın; yanına bir silah bırakın ve çatışmaya girmişsiniz izlenimi yaratın’ dediğini” söylüyor.

Yine Irak’ta görev yapan Jason Washburn'a, üstleri “Iraklıların bir mahallede örgütlenip direnişe hazırlandıklarını; buralarda karargahlar kurdukları” bilgisini vermiş.

Washburn söz konusu yerleri önce top atışına tuttuklarını, ancak sonra mahalleye girdiklerinde sivillerin cesetleriyle karşılaştıklarını anlatıyor. Washburn sözlerini şöyle tamamlıyor: “Buraya gelmeden önce Amerikan askeri olarak onurlu bir iş yaptığını düşündüm, fakat öyle değilmiş…”

***

Washington Times aynı günlerde rakamlara dayanan bazı çarpıcı bilgiler verdi:

-ABD ordusu yanlışlıkla 16 bin 960 kişiyi öldürdü…
-Yanlışlıkla yıkılan ev sayısı ise 28 bin 266…

***

Bir yanda Prens Herry’nin bilgisayar oyunu tadındaki “savaş deneyimi”, öte yanda ABD’li askerlerin Irak ve Afganistan’daki insanlık dışı uygulamaları, diğer yanda ise masum siviller.

Kadınlar, çocuklar, genç kızlar ve delikanlılar…

Bu kirli oyununu uslanmaz ve söz dinlemez nobran aktörleri, pisliğe bulanmış çıkar ilişkileri adına daha kaç tasarıyı, gizli kasalarında bekletiyor acaba?...

3 Mart 2008 Pazartesi

KADIN BEDENİ ÜZERİNDEN SAVAŞ…
ALİ BULUNMAZ

Simone de Beauvoir’ın doğumunun 100. yılındayız. Onun kadın üzerine çalışmaları, kadının 20. yüzyıldaki konumu; hatta bu konumunun iyileştirilmesi bağlamında insanlığa, çok önemli fikirler verdi ve vermeyi de sürdürüyor.

Kadın-erkek eşitliği denildiğinde, ne kadının ne de erkeğin karşı cinsten bir adım ötede veya geride olmaması gerektiğini anlamak zorundayız. Kadının sadece korunacak, kollanıp kendi içine veya hemcinsleri arasında sıkışıp kalmamasının ne denli önemli olduğunu da kavramalıyız.

Bu nedenle Beauvoir’ın “kadın doğulmaz kadın olunur” belirlemesi de, yönümüzü bulmamıza yardım edebilir. Kadını salt beden, işlev ya da “kadınlık görevleri” bakımından ele almak, onun haklarını, özgürlüklerini, karşı cinsle eşit bir varlık ve özne oluşunu atlama demektir.

“İkinci cins”
Tarih boyunca kadın, pek çok dönemde sessiz ve erkeğe göre tanımlanan; erkeğe göre ve erkeğin biçtiği kadar “değerli” bir varlık biçiminde karşımıza çıktı.

Neolitik dönemde de Eski Yunan’da da bu böyledir. Tek tanrılı dinlerin kadına bakışı da, onun “ikinci cins” oluşuna vurgu yapılmasıyla yakından ilişkilidir. Kadın, Yahudilikte annedir; Hıristiyanlıkta bekâretini koruyup, kendini Tanrıya adayan; İslamiyet’te kamu yaşamından uzak ve erkeğin arkasındadır.

Kadının özne olma yolunda sıçrama yaptığı dönem Rönesans’tır. Bu dönemde, bedeni ve güzelliğini keşfeden kadın, erkeğe göre “ikinci sınıf” biçiminde tanımlanmaktan yavaş yavaş kurtulmuştur.

18 ve 19. yüzyıl, kadının atılım yaptığı çağlardır. Bu ivme, 20. yüzyılda doruk noktaya ulaşmış; I. ve II. Dünya Savaşı’yla kadın, ara verdiği özneleşme sürecini, feminizm ile yeniden hızlandırmıştır. Bu hareketin öncülüğünde kadın emek, eşitlik, özgürlük, cinsellik gibi kavramların temele oturtulduğu bir örgütlenme başlatmıştır.

Dolayısıyla kadın “ikinci cins” şeklindeki tanımlamayı, 20. yüzyıldaki bu atılımla önemli ölçüde kırmıştır.

Irak’ta kadın
Ancak şu da unutulmamalı ki, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin büyük bölümünde kadın hala “ikinci cins”tir.

Erkek egemen feodal kültürün baskın olduğu coğrafyalarda, özellikle İslam dünyasında, kadın aşağılanmakta ve onun belli rol-modellerin dışına çıkmasına izin verilmemektedir.

Bugün kadının varolma savaşımı verdiği en önemli ülkelerden biri de Irak. ABD işgalinin başladığı 2003’ten bu yana ülkenin köktendinci İslami terör örgütlerinin bir üssü haline gelmesi ve direnişi örgütleyen yerel dinci grupların baskısıyla, toplumun hızla muhafazakârlaştırılması, kadının hareket alanını da günden güne daraltıyor.

Sözü geçen muhafazakarlaştırma eğilimi, 2003’ten beri kadını kapatmaya başlamış durumda. Bu kapatma-kapatılma ise iki boyutlu: Kadın hem içine kapanıyor hem de dinci grupların önderlerinin yarattığı hurafelerle, dini-siyasi simgelere bürünmeye; örtünmeye zorlanıyor.

Irak’ta süregelen şiddetten en çok etkilenenlerin başında da kadınlar geliyor. Kadına yönelik şiddet eylemleri öldürme, yakma, taciz ve tecavüz şeklinde sıralanıyor. Bu şiddetin merkezi ise Basra.

Iraklı kadınlar 2003’ten önceki konumlarını, hak ve özgürlüklerini özlemle arıyor. ABD işgali gerçekleşmeden mülk sahibi olan, örtünme konusunda kendi kararını kendisi veren ve çalışma hayatı içinde yer alan kadın, bugünlerde kendisine yönelik şiddet ve baskıdan korunma yollarını bulmaya çabalıyor.

2008’e gelindiğinde Irak’ta kadın yalnız, özgürlüğü “kadınlık görevleri”yle sınırlı, dinci grupların baskısı ve şiddetine uğrayan ve öldürülme korkusuyla yaşamını sürdürmeye çalışan bir nesne.

ABD işgali ve süren etnik-dini savaşla birlikte, Irak’taki kadın intiharları da belirgin bir artış göstermiş durumda.

Irak’ta bugün kadınlar açısından manzara hiç de iç açıcı değil. İç savaşın yanında, kadın bedeni üzerinden sürdürülen savaş da, kadının özne değil nesne biçiminde algılanması sonucunu beraberinde getiriyor. Irak’ta kadınlar, Simone de Beauvoir’ın belirlemesiyle “ikinci cins” olmanın; kendisini “ikinci sınıf insan” konumuna getiren erkek egemen feodal kültürün soğuk ve kuşatıcı nefesini, son derece acı biçimde hissediyor.

Daha doğrusu bunu, her gün yaşıyor…