3 Mart 2008 Pazartesi

KADIN BEDENİ ÜZERİNDEN SAVAŞ…
ALİ BULUNMAZ

Simone de Beauvoir’ın doğumunun 100. yılındayız. Onun kadın üzerine çalışmaları, kadının 20. yüzyıldaki konumu; hatta bu konumunun iyileştirilmesi bağlamında insanlığa, çok önemli fikirler verdi ve vermeyi de sürdürüyor.

Kadın-erkek eşitliği denildiğinde, ne kadının ne de erkeğin karşı cinsten bir adım ötede veya geride olmaması gerektiğini anlamak zorundayız. Kadının sadece korunacak, kollanıp kendi içine veya hemcinsleri arasında sıkışıp kalmamasının ne denli önemli olduğunu da kavramalıyız.

Bu nedenle Beauvoir’ın “kadın doğulmaz kadın olunur” belirlemesi de, yönümüzü bulmamıza yardım edebilir. Kadını salt beden, işlev ya da “kadınlık görevleri” bakımından ele almak, onun haklarını, özgürlüklerini, karşı cinsle eşit bir varlık ve özne oluşunu atlama demektir.

“İkinci cins”
Tarih boyunca kadın, pek çok dönemde sessiz ve erkeğe göre tanımlanan; erkeğe göre ve erkeğin biçtiği kadar “değerli” bir varlık biçiminde karşımıza çıktı.

Neolitik dönemde de Eski Yunan’da da bu böyledir. Tek tanrılı dinlerin kadına bakışı da, onun “ikinci cins” oluşuna vurgu yapılmasıyla yakından ilişkilidir. Kadın, Yahudilikte annedir; Hıristiyanlıkta bekâretini koruyup, kendini Tanrıya adayan; İslamiyet’te kamu yaşamından uzak ve erkeğin arkasındadır.

Kadının özne olma yolunda sıçrama yaptığı dönem Rönesans’tır. Bu dönemde, bedeni ve güzelliğini keşfeden kadın, erkeğe göre “ikinci sınıf” biçiminde tanımlanmaktan yavaş yavaş kurtulmuştur.

18 ve 19. yüzyıl, kadının atılım yaptığı çağlardır. Bu ivme, 20. yüzyılda doruk noktaya ulaşmış; I. ve II. Dünya Savaşı’yla kadın, ara verdiği özneleşme sürecini, feminizm ile yeniden hızlandırmıştır. Bu hareketin öncülüğünde kadın emek, eşitlik, özgürlük, cinsellik gibi kavramların temele oturtulduğu bir örgütlenme başlatmıştır.

Dolayısıyla kadın “ikinci cins” şeklindeki tanımlamayı, 20. yüzyıldaki bu atılımla önemli ölçüde kırmıştır.

Irak’ta kadın
Ancak şu da unutulmamalı ki, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin büyük bölümünde kadın hala “ikinci cins”tir.

Erkek egemen feodal kültürün baskın olduğu coğrafyalarda, özellikle İslam dünyasında, kadın aşağılanmakta ve onun belli rol-modellerin dışına çıkmasına izin verilmemektedir.

Bugün kadının varolma savaşımı verdiği en önemli ülkelerden biri de Irak. ABD işgalinin başladığı 2003’ten bu yana ülkenin köktendinci İslami terör örgütlerinin bir üssü haline gelmesi ve direnişi örgütleyen yerel dinci grupların baskısıyla, toplumun hızla muhafazakârlaştırılması, kadının hareket alanını da günden güne daraltıyor.

Sözü geçen muhafazakarlaştırma eğilimi, 2003’ten beri kadını kapatmaya başlamış durumda. Bu kapatma-kapatılma ise iki boyutlu: Kadın hem içine kapanıyor hem de dinci grupların önderlerinin yarattığı hurafelerle, dini-siyasi simgelere bürünmeye; örtünmeye zorlanıyor.

Irak’ta süregelen şiddetten en çok etkilenenlerin başında da kadınlar geliyor. Kadına yönelik şiddet eylemleri öldürme, yakma, taciz ve tecavüz şeklinde sıralanıyor. Bu şiddetin merkezi ise Basra.

Iraklı kadınlar 2003’ten önceki konumlarını, hak ve özgürlüklerini özlemle arıyor. ABD işgali gerçekleşmeden mülk sahibi olan, örtünme konusunda kendi kararını kendisi veren ve çalışma hayatı içinde yer alan kadın, bugünlerde kendisine yönelik şiddet ve baskıdan korunma yollarını bulmaya çabalıyor.

2008’e gelindiğinde Irak’ta kadın yalnız, özgürlüğü “kadınlık görevleri”yle sınırlı, dinci grupların baskısı ve şiddetine uğrayan ve öldürülme korkusuyla yaşamını sürdürmeye çalışan bir nesne.

ABD işgali ve süren etnik-dini savaşla birlikte, Irak’taki kadın intiharları da belirgin bir artış göstermiş durumda.

Irak’ta bugün kadınlar açısından manzara hiç de iç açıcı değil. İç savaşın yanında, kadın bedeni üzerinden sürdürülen savaş da, kadının özne değil nesne biçiminde algılanması sonucunu beraberinde getiriyor. Irak’ta kadınlar, Simone de Beauvoir’ın belirlemesiyle “ikinci cins” olmanın; kendisini “ikinci sınıf insan” konumuna getiren erkek egemen feodal kültürün soğuk ve kuşatıcı nefesini, son derece acı biçimde hissediyor.

Daha doğrusu bunu, her gün yaşıyor…

Hiç yorum yok: