31 Aralık 2007 Pazartesi

PAKİSTAN IRAKLAŞACAK MI?
ALİ BULUNMAZ

Benazir Butto öldürüldü ve herkes, Pakistan’da bundan sonra neler olacağını sorup tartışıyor. Pakistan’ın nasıl bir yola gireceği belirsiz. Ancak, Butto’nun öldürülmesi neye yorulmalı, asıl dikkatle irdelenmesi gereken konu bu.

Müşerref rejimi
1970’lerin sonunda ABD’nin, SSCB’yi çevreleme adına başlattığı “yeşil kuşak” projesinin en önemli ayaklarından birini Pakistan oluşturuyordu. Ziya-ül Hak’ın 1979 darbesiyle iktidarı ele alması ve Zülfikar Butto’yu idam etmesi, ABD için “yeşil kuşak” harekatında büyük bir kalenin kazanılmış olduğunu muştuluyordu.

1990’lara kadar Afganistan-Pakistan ekseninde, bugün ABD’nin düşmanı olan El Kaide ve Taliban, CIA ve Pakistan gizli servisi tarafından eğitilip palazlandırıldı. Aynı zamanda Pakistan ordusu ve gizli servisi de, ABD’nin büyük desteğini alıp iktidarını güçlendirdi.

1979 darbesinden tan 20 yıl sonra Pervez Müşerref, Navaz Şerif hükümetini devirdi. 11 Eylül’ün ardından Müşerref’in, “terörle mücadelesinde” ABD’ye destek vereceğini açıklaması, Pakistan’ın “şer eksenine” dahil edilmesini engelledi.

Müşerref bu tarihten itibaren fırsatçığını konuşturup, Afganistan’ın ABD tarafından işgali ile Pakistan sınırlarından içeri sızan Taliban ve El Kaide’ye karşı görece bir mücadeleye girişti. İslam dünyasındaki en önemli nükleer silah üreticilerinden olan Pakistan, böylelikle ABD’nin hışmından kendisini korumuş oldu!

Ancak ağırlıklı olarak ordu ve istihbarat servisleri tarafından desteklenen Müşerref’e karşı, ülke içinden önemli eleştiriler de yükseldi. Bunların başta gelenleri şöyleydi:

- ABD’nin “terörle mücadele” adı altındaki petrol savaşına destek vermesi.
- Pakistan-Afganistan sınırındaki Peştunların çoğunluğunu “Taliban üyesi olduğu” iddiasıyla öldürmesi.
- Bağımsız yargıya meydan okuması ve ülkede baskı kurması.
- Kendisine rakip olabilecek kişileri alaşağı etmek üzere, siyasi cinayetler işleyen Birleşik Kavim Hareketi’ne arka çıkması.
- Emrindeki orduyla, halkın yaşama şartlarını zorlaştırması.

Müşerref’e yönelik bu eleştirilerin, vardığı tek bir nokta var: Onun, Pakistan’da demokrasinin kök salmasını sekteye uğratmış olması.

Butto’nun önemi
Yüksek Mahkemenin 2001 seçimlerine hile karıştırıldığı iddialarını sonuca bağlayacağı gün Müşerref, "aşırı dincileri” gerekçe gösterip olağanüstü hal ilan etmişti. İşte bu sırada, “güvenlik” nedeniyle ev hapsine alınan Benazir Butto, Washington Post’ta yayımladığı makalede, Müşerref için şunları söylemişti: “O, demokrasi yanlılarını nasıl bastıracağını biliyor. Fakat Usame bin Ladin’i tutuklama veya aşırılık yanlılarını önleme konusunda isteksiz ya da başarısız.”

Pakistan’a dönüşünde önemli rol oynayan ABD ve İngiltere için Butto’nun değeri de buradaydı: Ondan beklenen, Pakistan’ı El Kaide ve Taliban’ın etkisinden kurtarmasıydı. Zaten Butto da, geliştirdiği laik söylemle, El Kaide ile diğer köktendincilere karşı politikalar ortaya koyacağını ifade etmişti.

Pakistan nereye koşuyor?
Ülkeye dönünce büyük sevgi gösterileriyle karşılanan Butto’nun, Karaçi’de halkla buluşması sırasında patlayan bombalar, bir güvenlik sorununun bulunduğunun kanıtıydı. Butto’nun eşi Asif Ali Zardari, bu saldırının sorunlusunun Pakistan istihbaratı olduğunu ifade etmişti. Aynı günlerde Müşerref hükümeti güvenliği için Butto’yu halkla buluşmaması konusunda uyarmıştı.

Aslında bunlar bile bir suikastın habercisiydi. Butto’nun, 1979’da babasının idam edildiği Ravalpindi’de öldürülmesi de, trajik bir sonu imler gibiydi. Daha önceki iktidarlarında yolsuzluklarla anılan Butto’nun Pakistan için bu dönemdeki önemi, laiklik yanlısı ve aşırı dinciliğe karşı söylemleriydi.

Suikastın ardından gözlerin çevrildiği El Kaide’nin, saldırıyı üstlenmemesi ve bununla ilgisinin olmadığını belirtmesi ile Butto’nun, öldürülmesi halinde açıklanmak üzere sözcüsüne “sorumlunun Müşerref olduğuna” dair bir not bırakması, hem Müşerref’i hem de ABD’yi zor duruma soktu.

Şimdi en çok konuşulan olasılıklardan biri, bu suikastla eli güçlenen köktendinci hareketin, karmaşadan yararlanıp ülkedeki nükleer silahları zapt edebileceği ve ABD’nin de, bu yüzden Pakistan’a müdahalede bulunabileceği.

Ülkede dengeler de gelecekte neler yaşanabileceği de bir belirsizlik içinde. Bir yanda Müşerref ve ordu-istihbarat, diğer yanda suikastın ardından ne yapacağı bilinmeyen Pakistan Halk Partisi ile Butto’nun 8 Ocak’ta yapılması tasarlanan seçimlere girmeye ikna ettiği Navaz Şerif. Bunların dışında, Butto suikastından güçlenerek çıkan köktendinci teröristler.

Pakistan’da tam bir kargaşa ortamı hakim. Kimin üstünlük kuracağı da bilinmez. Ama esas soru şu: Pakistan Iraklaşacak mı?

Bunun yanıtı da, şimdi ortaya atılan tahmin ve komplo teorilerinden sıyrılarak, yaşanıp verilecek.

28 Aralık 2007 Cuma

ABD’NİN “YENİ” STRATEJİSİ “AKILLI GÜÇ”
ALİ BULUNMAZ

ABD’nin bugün örtük bir imparatorluk kurduğunu söyleyebilir miyiz? Rakamlar bunu açıklıyor: Savunma Bakanlığı’nın yayımladığı rapora göre, ABD’nin 39 ülkede 823 askeri üssü bulunuyor. Bu üslerin ABD’ye maliyeti 127 milyar dolar. Orduda görevli askerin sayısı 1 milyon 400 bin. ABD, 2007’de 532 milyar dolarlık askeri harcama yaptı.

Tüm bunlara karşın ABD, hem askeri üstünlüğünü arttırmak hem de daha fazla nüfuz kazanmak için “akıllı güç” adı altında bir strateji geliştirdi. Bir başka deyişle, buradaki temel amaç yeni müttefikler kazanmak.

9 Aralık 2007 günü Washington Post’ta Richard L. Armitage ve Joseph S. Nye imzalı makalede “akıllı güç” stratejisinin “küresel iyiliğe yatırım yapma amacı taşıdığı” belirtildi.

Diplomasinin altın kuralı “sürekli düşman ve sürekli dost yoktur, çıkar ilişkileri vardır”, burada da işletiliyor. Dönemsel çıkarlara uygun olarak yumuşak (yapıcı) ve sert (tehdit edici ve savaşçı) gücün, yine dönemsel ortaklıklar kullanılarak bir potada eritilmesi, “akıllı güç” stratejisinin temel önermesi gibi görünüyor.

Armitage ve Nye’ın makalesinde Soğuk Savaş dönemine atıf yapılırken “ABD, Avrupa ve Japonya’yı tekrar inşa ederken yumuşak gücünü kullandı” deniliyor. Ancak şu sorulara yanıt verilmiyor: ABD, bu yeniden inşa karşılığında kimi ayrıcalıklar istemedi mi? Örneğin Japonya’da uzun bir süre kalıcı güç olup, Japon anayasasını bizzat hazırlamadı mı? Avrupa’da kimi devletleri, “komünizmle mücadele” adı altında kullanmadı mı?

Bu sorulara yanıt verilmesi beklenmemeli. Çünkü ABD, “akıllı güç” stratejisini ortaya atarken, değişen dengelere göre konumlanıp, yeni müttefikler elde etmeye çalışacak. Nejat Eslen’e göre (Radikal, 18.12.2007), “ABD küresel üstünlüğünü devam ettirip sağlamlaştırmak isterken, terörle küresel mücadeleyi sürdürüp, enerji kaynaklarına ve küresel pazarlara kısıntısız erişimi; enerji yolları, açık denizler ve uzayın kontrolü konusunda kendisine sorun yaratabilecek güçlerin yükselişini önlemeyi esas alıyor.”

Bu bağlamda ABD denge siyaseti, sosyal politikalar yaratma, yardım, yıkıcılık yerine ağırlıklı olarak yapıcılık, kültürel açılımlar ve iklim değişikliğinin önlenmesi ile enerji güvenliği konusunda öncülük etmek gibi izlekler belirliyor. Peki, ABD bunları başarabilir mi? ABD’nin yakıtı, sürekli gerilim ve çatışma hali değil mi?

ABD kendi dışındakilere, çıkarları doğrultusunda “değer verme” ve onları “dikkate alma” (“akıllı güç”)stratejisini nasıl uygular? Aslında bunun olabilirliği açık: Sınır, ABD tarafından belirlenecek. ABD, kendi dışındakilere önem atfettiğini anlatmaya çalışırken, sınırları (ilişkinin sınırlarını da) yine kendi istediği gibi çizecek.

O halde bu stratejinin ne kadar “yeni” olduğu da gün ışığına çıkıyor. ABD, Afganistan ve Irak’ta saplandığı bataktan ve kendisine yönelik karşıtlıklardan, geliştirdiği “akıllı güç” stratejisi ile kurtulabilecek mi? Uyguladığı (ve uygulayacağı) emperyalist politikalara bakılırsa, bu zor görünüyor…

24 Aralık 2007 Pazartesi

“TERÖRLE MÜCADELE” VE SINIRSIZ DENETİM
ALİ BULUNMAZ

“Terörle küresel mücadele” denildiğinde akan sular duruyor, her şey bir anda değişiyor. Bu, bir anlamda etkin ve sınırsız denetim imkân ve organizasyonlarının ortaya çıkması için “yasal” zemin hazırlıyor.

Bilginin küreselleştiğinden bahsedilen bugünlerde, sözü geçen olaya aracılık eden internet de, yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası haline geldi. İnternet, hem bilginin (öte yandan da kişi ve kurumların) denetimini sağlayan hem de bunu bir ölçüde olanaksız kılan kaotik bir ortama dönüştü.

Bir yandan tek merkezden veya izleme adına kurulan üslerden her an takip edilen diğer yandan da gittikçe büyüyüp sınırsızlaşan bir sanal dünya var karşımızda. Bilgi ile bilgi olmayanın birbirine karıştığı ve özel hayatın da izlenebildiği bir alandan bahsediyoruz.

Tam da bu noktada Almanya’da koalisyon ortaklarının (Hıristiyan Birlik partileri ile Sosyal Demokratların) aldığı bir karar tartışma yaratacak türden. Buna göre, “terörle mücadele” kapsamında kişisel bilgisayarların denetlenmesi gündemde. Şimdiye kadar buna karşı çıkan Sosyal Demokratlar, Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile yeni düzenlemelere onay vereceklerini açıkladı.

Sosyal Demokrat Sebastian Edathy, BZ am Sontag’a verdiği demeçte “bilgisayarların denetlenmesinin yalnızca uluslararası terörizm ve insan kaçakçılığı gibi suçları kapsadığını; bunun yanında, denetim gerçekleştirilirken insanların özel alanlarının da korunması gerektiğini” ifade etti.

Sosyal Demokratlar, daha önce sözü geçen denetimi sağlayan casus programın uygulanışına, özel hayata müdahale olduğu gerekçesiyle karşı çıkıyordu. Şimdilerde ise, “terörle mücadele” adına casus programın elektronik ileti yoluyla göndereceği adresin, kişinin bilgisayarına yerleştirilerek, kullanılan internet bağlantısının kontrol altına alınmasını savunan Birlik Partililerle aynı tarafta yer alıyorlar.

Almanya’da, telekomünikasyon şirketlerine telefon, elektronik posta ve faks kayıtlarını 6 ay süreyle saklama zorunluluğu getirilmiş durumda. Federal Anayasa Mahkemesi’nin de, söz konusu casus programın uygulanışı ile ilgili esasları kısa süre sonra belirlemesi bekleniyor.

Ancak o bilindik sorular / sorunlar, Almanya özelinde, yine insanların karşısında duruyor: Casus programın uygulanış esasları belirlense bile bu, “terörle mücadele” gibi “yasal” bir zeminle sınırlı kalacak mı? Daha doğru deyişle, programın işletilişinin sınırları ne olacak? Özel alan konusunda tam bir duyarlılık gösterilecek mi? Sözü geçen denetim, “terörle mücadele” bağlamında başka bir biçime bürünerek, sınırsız bir izlemeye dönüşecek mi?

Şüphelenilen kimselerin cep telefonu kayıtları ile internet yazışmalarının sıkı biçimde izlenmesini; hatta bu kişilerin internete erişiminin engellenmesinin ciddi şekilde tartışıldığı Almanya’da (ve böylesine bir denetimin uygulanmasının düşünüldüğü her yerde), bu sorulara doyurucu yanıtlar verilmesi elzem görünüyor.

Aynı zamanda, uygulamanın “özel alanın korunması gerekliliği” temennisiyle birebir uyuşması da zorunlu.

Bu arada “terörle mücadelenin”, kişinin her anlamda çok sıkı takip edilmesi için olanaklar yarattığı gerçeği de, tüm “iyi niyet” gösterilerine karşın, tam bir sorunsal olarak günden güne belirginleşiyor…

21 Aralık 2007 Cuma

KOSOVA: PİMİ ÇEKİLMEYE HAZIR BOMBA
ALİ BULUNMAZ

10 Aralık’ta, Kosova ile ilgili sürdürülen müzakereler, sonuç alınamadan bitti. Şimdi ne olacak? Kosova’da seçimleri kazanan Haşim Taçibiz bağımsızlığa hazırız” diyor. Yıllardır Kosovalı Arnavutlar ile Sırplar arasında gerçekleşen görüşmelerin aslında nasıl “sonuçlandığı” da bu sözle ortaya çıkıyor.

ABD destekli Kosovalı Arnavutlar, bağımsızlık yolundan geri dönülmeyeceğini resmen açıkladı. Bağımsızlığın, hem ulusal egemenliği sağlayacağını hem de ekonomiye canlılık getireceğini ifade ediyorlar.

AB, Kosova’nın bağımsızlığının kontrollü biçimde gerçekleşmesinden yana. Sırbistan’ın Kosova’dan sorumlu bakanı Slobodan Smardziç ise “AB’nin ABD baskısı altında bulunduğunu” belirtiyor. Sırbistan Başbakanı Voyislav Koştunitsa da “bağımsız Kosova’nın, NATO ve ABD’nin oyuncağı haline geleceğini” vurguluyor. Kontrollü ve barış içinde bağımsızlık taraftarı olan AB ise, Sırplarla beraber Kosova’ya da bir üyelik açılımı yapılması gerektiğini ciddi ciddi tartışıyor. Ancak konu, salt AB’yle de sınırlı değil.

Evetler ve Hayırlar
Kosova’nın bağımsızlığını destekleyen AB ülkelerinin yanında, buna çekinceyle yaklaşanlar da var. Aynı zamanda Rusya, Sırbistan ve İsrail, Kosova’nın bağımsızlığına kesinlikle onay vermeyeceğini dillendiriyor.

İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband, “Kosova’nın bağımsızlık kararını destekleyeceklerini” duyurdu. Benzer şekilde İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt de “BM Güvenlik konseyi kararı olmaksızın Kosova’nın bağımsızlığına ‘evet’ diyeceklerini” ifade etti.

Ancak AB’de Kıbrıs Rum Kesimi (KRK), buna karşı çıkıyor. Gerekçe ise, Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi halinde “KKTC’nin bundan cesaret alma olasılığı.” KRK, böylesine bir durumun KKTC için “emsal oluşturacağını” belirtiyor.

Münih Politik Araştırmalar Merkezi’nden Kosova uzmanı W.Man Meurs ise konuya “KKTC, dolaylı olarak AB üyeliğinden faydalanıyor; bağımsız KKTC, AB’den tekrar kopar” biçiminde yaklaşıyor. Bunlarla birlikte Papadapulos, “bağımsız Kosova’yı kesinlikle tanımayacaklarına” işaret ediyor.

Kosova’nın bağımsızlığına KRK, Rusya, Sırbistan ile beraber karşı çıkan bir başka ülke de İsrail ve onun gerekçesi ise Filistin. Buna göre, Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi, İsrail’e göre Filistinlileri yakın gelecekte bağımsız devletlerini kurma konusunda cesaretlendirebilir. İsrail’in bir başka endişesi de, Kosova’nın bağımsızlığının dünyanın dört bir yanındaki radikal İslamcı teröristlere olumlu ileti gönderme ihtimali. İsrail aynı zamanda, Avrupa’da bir İslam devleti kurulması halinde, teröristlerin elinin güçleneceği kanısında.

Mikro Devletler
Kosova’nın bağımsızlığına çeşitli gerekçelerle “evet” ya da “hayır” diyen ülkeler, Yugoslavya’nın parçalanmasından sonraki süreçte doğan devletlerden, yenilerinin türeme olasılığının hiç de uzak olmadığını biliyor. Gündemdeki bağımsızlık söyleminin, yakın gelecekte yeni gerilim ve çatışmalar doğurmayacağının güvencesini kim verebilir? Oluşabilecek gerilimin, Bosna’ya sıçramayacağını kim söyleyebilir?

1995’te Dayton Anlaşması’yla sonlanan Bosna Savaşı’nın ardından, bugün Balkanları yeni bir gerilim dalgası bekliyor. Sırp siyasetçilerin büyük çoğunluğu “Kosova Sırbistan’dan ayrılırsa, Bosna’nın Sırp kesimi de bağımsızlık ilan etmek için çalışmalara başlayacak” diyor. Böylelikle Dayton’ın ortadan kaldırdığı tek taraflı ayrılmanın / bağımsızlık ilanının yolu da tekrar açılmış oluyor.

Bunun da ötesinde Balkanlar’da, Kosova pimi çekilmeye hazır bir bomba gibi duruyor. Pimin çekilmesi halinde, çokkültürcülük temelli gerilim ve çatışmaların kapısının yeniden aralanmasının yanı sıra, Avrupa’nın ortasında (ve daha sonra dünyanın pek çok noktasında) mikro devletler döneminin iyiden iyiye gündeme geleceğini de göz ardı etmemek gerekiyor…

17 Aralık 2007 Pazartesi

EVRENSEL BİLDİRGE, GUANTANAMO VE ABD…
ALİ BULUNMAZ

Geçtiğimiz hafta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabulünün 59. yılı kutlandı. İnsan hakları ihlallerinin artarak devam ettiği göz önüne alınırsa, Bildirge’nin önemi daha iyi kavranabilir.

Bugün, özellikle “terörle savaş” gerekçesiyle insan hakları ihlallerinde bir patlama yaşandığı gerçek. Bunun en başta gelen simgelerinden biri de, ABD’nin dünyanın dört bir yanından getirdiği kişileri hapsettiği ve işkence ile baskı uyguladığı Guantanamo.

Evrensel Bildirge’nin 5 ve 9. maddeleri çok açık. Madde 5, “hiç kimse işkenceye, zalimane, insanlık dışı, kişilik zedeleyici ceza ve uygulamalarla karşı karşıya bırakılamaz” diyor. Madde 9 ise “hiç kimsenin keyfi olarak tutuklanıp alıkonamayacağını ve sürülemeyeceğini” ifade ediyor.

ABD’nin Evrensel Bildirge ve uluslararası sözleşmeleri (örneğin Cenevre Sözleşmeleri’ni) bu bağlamda dikkate almadığı; üstelik bunu yaparken, kendince savunma mekanizmaları geliştirdiği da ortada. Örneğin ABD Dışişleri Bakanlığı hukuk danışmanı John Bellinger, “Cenevre Sözleşmeleri’nin devlet dışı unsurlarla yürütülen askeri mücadelede, kimlerin tutuklanacağına, bu kişilerin ne kadar tutuklu kalacağına ve söz konusu tutukluların, hangi koşullarla ülkelerine teslim edileceğine yanıt vermediğini” belirtiyor.

Ancak insan hakları sözleşmeleri, önceliğin silahlı çatışmaların tümünde, varolan anlaşma maddelerine verilmesi gerektiğini imliyor. Bu da bir kez daha ABD’nin “terörle savaş” söyleminin yanı sıra, gizli hapishaneler ve Guantanamo ile buralardaki uygulamaları gündeme getiriyor.

Geçtiğimiz haftalarda Guantanamo’da tutuklu kalan Moazzam Begg’in NTVMSNBC’ye anlattıkları, ABD ve ortaklarının insan hakları ihlalleri konusundaki sicilinin, 2001’den bu yana nasıl daha da kirlendiğinin göstergesiydi. Bir gece ABD’li ajanlarca kaçırıldığını, önce Pakistan’da gizli bir cezaevine götürüldüğünü, daha sonra ise Afganistan’daki Bagram Cezaevi’ne nakledildiğini anlatan Begg, Guantanamo’ya uzanan tutsaklık hikâyesini tüm dünyaya duyurmuştu.

Begg, ABD’nin “Pakistan, Fas ve Tayland’da gizli hapishaneleri bulunduğunu, burada Guantanamo’ya göre daha yoğun işkence ve sorgulamanın varolduğunu” belirtiyor. Buralardaki işkence ve sorgulamanın yoğunluk nedenini ise “basına Gauntanamo’ya sınırlı giriş hakkının verilmesine” bağlıyor. Bagram’da “ABD’li ve Pakistanlı ajanların üstüne köpekler saldığını, jiletle tıraş edildiğini ve kafasına silah dayandığını” ifade eden Begg, Guantanamo’da daha az işkence gördüğünü söyleyip, ekliyor: “Tutuklandıktan 6 sonra terör örgütleri ile işbirliği içinde olduğumu iddia ettiler; ayrıca 1995’te Bosna Hersek’te bulunuşumun da, bu iddia ile bağlantılı olduğunu vurguladılar.”

Guantanamo’nun iç yüzünü anlatan bir mektup yazan, bu mektubun İngiliz ve Amerikan basınında yer almasıyla kurtulan Begg, “hapishanedeki tutukluların kendi ülkelerine gönderilmekten çekindiklerini, çünkü gönderilirlerse işkence göreceklerini bildiklerini” aktarıyor. Bunun yanında Begg, “kanunlarında ‘bir tutuklunun kendi ülkesinde işkence göreceği saptanırsa, o kişiyi barındırması gerektiğine ilişkin madde’ bulunmasına rağmen, ABD’nin tutukluları bile bile vatandaşı oldukları ülkeye iade ettiğini” söylüyor. Begg’e göre ABD’nin bu ediminin altında yatan baş neden, “Guantanamo’da işkence görmüş ve aslen suçsuz kişilerin tutulduğunun ortaya çıkmasının, büyük bir skandal olacağını bilmesi”nden başka bir şey değil.

Begg’in tutukluluk sürecine ilişkin anlattıklarının yanında, Guantanamo’daki kişilerin yargılanışında da önemli sorunlar göze çarpıyor. BM uzmanı Martin Scheinin’in izlediği duruşmalardan aktardıkları da hayli “ilginç.”Duruşmaların, kilometrelerce uzakta yapıldığını” belirten Scheinin, “savunmanın, gerekli kanıtları ulaştıramamasından ve şahitlerin dinlenememesinden” de bahsediyor.

Scheinin’in raporuna göre, Guantanamo’da 6 yıldır duruşmaya çıkarılmamış tutuklular bulunuyor. ABD askeri kaynaklarına göre, Taleban ve El Kaide bağlantısı şüphesiyle tutuklu olan 340 zanlı var. İşte ABD, bu kişilerin durumlarına “yasallık” kazandırmak adına “önleyici tutukluluk” kavramını ortaya atıyor.

Tüm bu anlatılanlar, ABD’nin uluslararası sözleşme ve kurallara uymayışının bir belgesi gibi. Evrensel Bildirge’nin kabulünün 59. yılında insan hakları, “terörle savaş” ile “özgürleştirme” gibi maskelemelerle alabildiğine çiğneniyor ve insan onuru örseleniyor.

21. yüzyılda hala bu ihlalleri, uluslararası sözleşme ve kurumların nasıl işlevsiz kılındığını konuşup tartışmak ise, insanoğlunun başlıca çelişkilerinden birini oluşturuyor.

14 Aralık 2007 Cuma

İSRAİL, SU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU
ALİ BULUNMAZ

21. yüzyılın ilk enerji savaşı (ki buna işgali demek daha doğru) Irak’ta tüm şiddeti ve acımasızlığıyla sürüyor. Peki, geleceğin savaşlarını yalnızca petrol ve diğer enerji kaynakları mı belirleyecek? 21. yüzyıl ve sonrasının, gerilim ve çatışmalarını yaratıp yönlendirecek başat unsurun su ve su kaynakları olacağını söylemek mümkün. Bugün petrol için gerçekleştirilen işgaller ile devam eden çatışmaların gelecekte küresel ısınma, iklim değişiklikleri, su kaynaklarına ulaşma ve ihtiyacın fazlasına sahip olma adına gündeme geleceği kuşkusuz.

Bu anlamda, Ortadoğu’yu karıştıran BOP’un örtülü amacı olan su, İsrail’in de ileriye dönük politikalarının en önemli maddelerinden biri. İsrail’in su politikalarındaki temel belirleyiciler Şeria, Nil ve Fırat Nehirleri. Şeria Nehri, İsrail’in başlıca su kaynağı ve 1967 savaşının ilk nedeni. Altı Gün Savaşı, “Milli Su Şebekesi Projesi” bağlamında önemli bir kilometre taşıydı; bu savaşla İsrail, Arap topraklarındaki su kaynakları üzerinde denetim sağlamakla kalmadı, politik bir güç elde edip Golan Tepeleri, Şeria Nehri ile Lübnan’daki su kaynaklarını kontrol altına aldı.

İsrail’in Nil Nehri ile ilgili başlıca girişimlerinin merkezinde ise nehir üzerinde kanallar kurmak (bu 1984’te gerçekleşmiştir) ve böylece hem Etiyopya ile Sudan’ı kendi tarafına çekmek hem de Nil’in kaynağını denetleyip Mısır’ı rahatsız etme amacı bulunuyordu. Bir başka deyişle Sudan ve Etiyopya’yı kontrol altına alıp Mısır’ı yakından izlemeyi başaran İsrail, Nil Nehri üzerinde de söz sahibi olmuştur. Nil’e ilişkin hedeflerini gerçekleştirirken, Sudan’da 1972’ye dek süren iç savaşta İsrail’in parmağının bulunduğuna dair güçlü iddialar da vardır. Buna göre Mossad, iç savaşa silah ve askeri eğitim ile katkı sağlamıştır. Bir anlamda Sudan’da bugün dahi süren gerilimde, o günlerden kalan ve içine Mossad’ın provokatörlerinin de karıştığı bir hesaplaşmanın varlığından da söz edilebilir.

İsrail’in bir başka su kaynağı projesi de Fırat’a ilişkindir. 1993’ten bu yana GAP’a yoğun ilgi duyan İsrail, iş alanları yaratma ve yatırım yapma gerekçesiyle Güneydoğu Anadolu’dan toprak alma girişimlerini sürdürmektedir. Hatta İsrailli yetkililer, bu girişimlerinin “Kürtlerin yaşadığı ekonomik sıkıntıları aşmasına yardım edeceği” ve “Kürt sonunun da bu yolla çözülebileceğini” belirtmiştir. 1993’ten beri bölgedeki Devlet Çiftlikleri’yle ilgilenen İsrail, 1996’da Fırat’ın sularının kendisine aktarılması konusunda resmi açıklamalar da yapmıştır.

İsrail’in GAP’ta ayrıcalık ve toprak kazanma çabası ve bölgede yatırımlar yapmasının / yapma isteğinin nedeni / nedenleri ne olabilir? Öncelik, küresel ısınmanın etkisiyle tükenen su kaynaklarına alternatif bulma ve geleceğin politik gücü ile stratejik unsuru suya / yeni su kaynaklarına sahip olma çabasıdır. Bir başka ifadeyle İsrail, su üzerinden Ortadoğu’da ileride iyiden iyiye etkinliğini arttırmayı istemektedir.

***

Güneydoğu Anadolu’daki stratejik su kaynakları ile ilgili söz sahibi olma isteğinin yanında İsrail, Nano Teknoloji araştırmaları için elverişli bölge arayışındadır ve bu bölgeyi Kuzey Irak’tan Güneydoğu Anadolu’ya kadar genişleyen bir çember biçiminde tasarlamaktadır. İsrail, yüzde 41 ile dünyada Nano Teknolojiye en çok yatırım yapan ülkedir ve Hayfa’daki “İsrail Teknoloji Enstitüsü” için 134, “Nano Teknoloji Merkezi” için de 88 milyon dolar harcamıştır. İsrail, son Lübnan savaşından sonra daha küçük silahlara ihtiyaç duyduğunu açıklamış; bu konuda, örneğin santimetrenin milyonda biri büyüklüğünde silahları da yine Nano Teknoloji ile üretme çalışmalarına başlamıştır.

Tekstil, kimya, su arıtma, bilgisayar teknolojisi ve sağlık gibi birçok alanda kullanılan Nano Teknoloji, İsrail için savunma sanayinde önceliğe sahip. Her atomu istenilen her yere yerleştirme ve hemen her şeyi atom seviyesinde üretme olanağı sunan Nano Teknolojinin, (özellikle sağlık alanında) insanın yaşamını kolaylaştıracağı bir gerçekken, yeni ve daha yıkıcı silahların üretimine yol açacağı, hatta endüstrideki kullanımından doğan yan etkileriyle küresel ısınmayı daha da arttıracağı ortada.

İsrail’in bugün Ortadoğu’da ABD ortaklığıyla (ve çoğu zaman ABD’yi yönlendirerek) yürüttüğü politikalar, işgallere verdiği destek ve 1948’den bu yana sürdürdüğü yayılmacı siyaset göz önüne alınırsa, gerek Fırat konusundaki ısrarı ve kuzeye açılma çabasının gerekse Nano Teknoloji için üs olarak tasarladığı Güneydoğu Anadolu’nun, daha sık gündeme geleceği açık.

İsrail’in yayılım politikası, ABD beraberliğiyle Ortadoğu’yu denetim altında tutma, İran ve belirli bir süre içinde bölgedeki başka ülkelere düzenlenecek harekâtlarda kullanılacak “yeni stratejik ortaklar” edinme niyetinin yanı sıra, enerji ve su kaynaklarını el altında bulundurma amacı Türkiye’yi, özel olarak da Güneydoğu Anadolu’yu enikonu stratejik bir hedefe dönüştürüyor. Kısacası sözü geçen konular, yakın gelecekte yeni gerilim, çatışma ve çekişmeler üretecek gibi görünüyor…

9 Aralık 2007 Pazar

SU SAVAŞLARI VE TÜRKİYE(*)
Ali BULUNMAZ

Su kesintilerinin gündemde olduğu ülkemizde, bu yaşamsal unsurun kıtlığı önemli bir sorun niteliğine bürünmeye başladı. Türkiye ve dünya genelinde küresel ısınma, buna bağlı iklim değişiklikleri ve su yoksulluğu, varoluşsal bir kaygıyı da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla su zengini ve fakiri ülkeler arasındaki gerilimin, yakın gelecekte bir çatışmaya dönüşme olasılığı da artıyor.

BM verileri, temiz su kaynaklarının küresel ısınmaya bağlı yağış azlığı, buharlaşma, ölçüsüz-bilinçsiz tüketim ile kirlilik yüzünden azaldığını gösterir ve bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için, kişi başına tüketimin yıllık 8 bin ile 10 bin metreküp arasında olması gerekirken; 2025’te 2 milyar, 2050’de ise 7 milyar insanın susuzluk tehlikesi ile karşı karşıya kalacağı tahmin ediliyor.

Yapılan araştırmalarda, gelecekte su ihtiyacı yüzünden gerilimin tırmanacağı bölgeler arasında İsrail, Ürdün ve Filistin (Ürdün Irmağı); Çin ve Hindistan (Bramaputra Nehri); Hindistan ve Bangladeş (Ganj Nehri); Amazon Nehri’nin geçtiği tüm ülkeler ile Etiyopya ve Mısır (Nil Nehri) gösteriliyor.

Ancak risk haritasında, su kıtlığının en çok hissedileceği yer Ortadoğu olarak gözüküyor. Hızlı nüfus artışı ve iklim değişikliklerinin bölgede, suya ihtiyacı sürekli arttırması; 2050’lerde önce kriz sonra da yeni çatışmaların çıkma olasılığını güçlendiriyor. Buna karşılık, İsrail’in Nil Nehri ile ilgili projelerini bilen Mısır, silahlı kuvvetlerinde bataklık savaşları konusunda asker eğiterek önlem alıyor ve böylece, Nil’in çıkış noktasında nehrin akışını engelleyecek bir durum oluşması halinde, savaşa giren ve üstünlük kuran ilk birlik olmayı hedefliyor. Yine BOP’un gizli gündemini oluşturan su sorunu ve yeni su havzalarına açılım doğrultusunda İsrail’in, şimdiki Irak topraklarına doğru yayılımı veya yeni işgallerle bölgedeki suyun kendine aktarılması için çabalama olasılığının da ileride gündeme gelmesi bekleniyor. Kısacası bugün Ortadoğu’da petrol adına gerçekleştirilen işgallerin rotasının, yakın gelecekte suya dönme olasılığı yükseliyor.

Kişi başına 1430 metreküp yıllık tüketimiyle su fakiri olan ve 2030’da 80 milyona ulaşması beklenen nüfusuyla tüketimin 1100 metreküpe gerileyeceği öngörülen Türkiye için durum nedir? Bilindiği gibi, hem AB hem de BM, Fırat ve Dicle’yi “uluslararası su” kabul etme eğilimindedir. Aynı zamanda Suriye, GAP nedeniyle “mağdur” gösterilerek, ileride yaşanabilecek gerilime kapı aralanmaktadır.

BM 2006 Su Raporu’nda, 2025’ten itibaren Türkiye’deki su sıkıntısının üst noktaya ulaşacağı ve 2040’larda ise elindeki su rezervleri nedeniyle, Türkiye’ye savaş açılacağı öngörülmektedir. Aynı dönemde, Suriye ve Irak’ta da büyük su kıtlığı yaşanacağı; Dicle ve Fırat’ın öneminin daha da artacağı ve Suriye’nin “uluslararası su” kapsamında değerlendirdiği bu iki kaynaktan ötürü Türkiye ile savaş ihtimalinin yüksek olduğu vurgulanmaktadır. Yine Suriye’nin Asi Nehri ile ilgili olarak, kendi topraklarındaki sulanamaz nitelikteki bölgeleri, sulanan alan şeklinde gösterip, kullanımı yüksek rakamlara taşıyarak daha fazla hak talep etmesi, ileride yaşanabilecek sorunlardan biri olarak belirtilmektedir.

Ayrıca su dağıtımının özelleştirilmesi çalışmaları da, Türkiye adına büyük bir risk. Daha önce bölge ülkelerinin yönetimindeki yolsuzluklar ve yerli sermayenin düşük yatırımları nedeniyle, benzer bir özelleştirme Latin Amerika’da denenmişti. Bölgeye gelen şirketlerin, Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlarla çalışan çokuluslu yapısı, kaynakları sömürmesi ve geçimini bu alandan sağlayan halkın yoksullaşması, direniş hareketlerini doğurmuş ve Bolivya’da Morales’i iktidara getiren sürecin ardından, özelleştirmeler de durdurulmuştu. Şimdi aynı özelleştirme harekâtı, Türkiye’de iktidar ve kimi yerel yönetimler eliyle başlatılmak isteniyor; bunun altyapısının ve anlaşmaların ana çerçevesinin de, Mart 2009’da İstanbul’da toplanacak 5. Dünya Su Forumu’nda oluşturulması hedefleniyor.

Sonuçta Türkiye, hem coğrafi konumu ve küresel ısınmanın etkileri nedeniyle hem de küresel-emperyalist sermaye aracılığıyla, olası su savaşlarının tam ortasında kalmaya; hatta tehdit edilmeye ve savaş açılmaya “uygun” bir durumdadır. Enerji savaşlarının yerini, gelecekte su savaşlarının alacağı düşünülürse Türkiye bundan en çok etkilenecek ülkelerin başında gelmektedir. Bu anlamda Türkiye’nin, gerek kaynakların akılcı kullanımı ile ilgili gerekse çatışma riskine dönük, bir öngörü ve kapsamlı politikasının olup olmadığı da tartışmalıdır…

(*) Cumhuriyet, 04.08.2007

7 Aralık 2007 Cuma

BUSH’UN İRAN YALANLARI İLE GERÇEKLER
ALİ BULUNMAZ

ABD’nin 11 Eylül’den sonra başlattığı “teröre karşı savaş” (: karşı terör) bağlamında İran’a yönelik bir saldırı her fırsatta ısıtılıyor. Bush başkana göre İran, Üçüncü Dünya Savaşı’nı “ürettiği” ve “kullanıma hazır nükleer silahlarıyla” başlatabilir. Çünkü İran “uslanmaz” ve “dünyadaki aklıselim yaklaşıma aykırı davranan haydut bir devlet” oluşuyla ABD’nin “özgürlük” ve “demokrasi” savaşımının hedefidir.

Söz nükleer silahlara geldiği anda, konu çetrefil bir hal alıyor. Çünkü “Ortadoğu’da nükleer silah bulunmamalı; bu, dünya barışı için tehdit” diyen Bush, İsrail’in elindeki 60-80 nükleer silahtan hiç bahsetmiyor. Bunun yanında ABD’nin kadim dostları İngiltere ve Hindistan’ın geliştirdiği nükleer silahlar da sumen altı ediliyor. Ama İran’a karşı neredeyse tüm devletler ağız birliği etmişçesine bir karşı çıkışta birleşiyor.

İran Raporu
İran ile ilgili açıklama ve yorumlar birbirini izlerken, ararında CIA, FBI, Hava-Deniz-Kara ve Hazine-Dışişleri İstihbaratı’nın bulunduğu 16 kuruluşun yayımladığı ortak rapor, Bush’u yalanlayan bilgiler sundu. Irak’taki bozgunun ardından kırmızı ekip oluşturan ABD’li yetkililer, İran’ın nükleer faaliyetlerinden sorumlu askeri uzmanlarla görüşüp, ellerindeki bilgi notlarını ekleyerek, rapora son şeklini verdi.

İran’ın, nükleer silah programını 2003’te durdurduğu ve bir daha başlatmadığı, yine 2015’e dek atom bombası için gereksinim duyulan plütonyumu teknik olarak üretemeyeceği raporda yer aldı.

Ancak gerek Bush gerekse ABD’nin etkili düşünce kuruluşu Dış İlişkiler Konseyi, İran’ın nükleer programını durdurmasının, yeniden başlatmayacağı anlamına gelmeyeceğini ifade etti. Bush bununla da kalmayarak, “İran nükleer silah üretme bilgisine sahip olduğu sürece barış için tehdittir” biçiminde bir açıklama yaptı. “İran ile ilgili kişisel fikrinin değişmediğini” bu şekilde dile getiren Bush, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın verilerini destekleyen raporun, kendisi için pek bir anlam ifade etmediğini yüksek sesle dile getirmekten de geri kalmadı.

Neden İran?
Ortaya konanların ışığında, Bush ve ekibinin İran’a ilgisi nasıl açıklanmalı? Yalnızca “nükleer faaliyet”, İran’a yönelik saldırı için “yeterli” bir neden mi?

İran’ın Hazar Havzası, Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya’nın merkezinde yer alması, ABD’nin bu ülkeye ilgisini açıklayan en önemli etmenlerden biri. Yine petrol ve doğalgaz rezervleri, İran’ı ABD’nin gözünde hedef haline getiriyor.

Ortadoğu’da yükselen Şii hareket ve bunun arkasında İran’ın yer alması, ABD ve İsrail için adeta bir karabasan.

İran’ın Çin, Hindistan ve Rusya ile enerji alanında işbirliğine girişmesi, ABD’yi kaygılandıran bir başka unsur. İran’ın aynı zamanda, Ortadoğu’da mevzilenen radikal İslamcı örgütlere arka çıkması, onun ABD tarafından “şer ekseni” içine alınması adına önemli bir neden.

***

Görüldüğü gibi, “nükleer faaliyet” ABD için kullanışlı bir maske. Kaldı ki ABD’nin kendi kurumlarının yayımladığı rapor, Bush ve ekibinin kanı ve kanaatlerini doğrulamıyor.

ABD’nin “terörle savaş” bağlamında Afganistan ve Irak’ta saplandığı bataktan sonra, Bush ve kurmaylarının İran gibi, adı geçen ülkelerle hiç de karşılaştırılamayacak gücü ve yapısıyla, bir kumara girişi için gelecekte ne tür bahane ve yalanlar öne süreceğini izleyeceğiz.

Özellikle Irak’ı işgal ederken müşterilerine “kitle imha silahları” yalanını satan Bush ve ekibinin, Üçüncü Dünya Savaşı’nı “tetikleyeceğini” söylediği İran için daha hangi gerekçeleri dillendireceği tam bir merak konusu…

3 Aralık 2007 Pazartesi

AIDS, YALNIZCA BİR HASTALIK MI?
ALİ BULUNMAZ

1 Aralık, Dünya AIDS Günü’ydü. AIDS, zamanımızın en bilinen, yarattığı fiziksel ve sosyal etkilerle ortalığı kasıp kavuran bir hastalıklarının başında geliyor. Bugün, HIV taşıyıcılarının sayısı BM AIDS Ajansı verilerine göre 33.2 milyon. Bunların 30.8 milyonu 15-49 yaş, 2.5 milyonu ise 15 yaş altı kişilerden oluşuyor. Bugüne dek AIDS’ten ölenlerin sayısı 2.1 milyonken, hastalığın bulaştığı kişiler 2.5 milyona ulaşıyor. AIDS kaynaklı ölümlerin dörtte üçü, hastalığın tedavisi için üretilen ilaçları edinmenin son derece güç olduğu Afrika’da gerçekleşiyor.

***

Çağımızda iktisadi açılımlar ya da teknolojiyle beraber, başta AIDS olmak üzere, pek çok bulaşıcı hastalık da “küreselleşiyor.” Bu da Giddens’ın, “savaşın endüstrileşmesi, ekolojik yıkım veya terör tehdidi” şeklinde betimlediği, modern dönemin risk ortamında, güvensizliği beraberinde getiren etkenlerden biri olarak not ediliyor. Başlangıçta AIDS bulaşıcı bir hastalık olarak, yalnızca bir kıtaya ve cinsel tercihe özgü biçimde algılanmış; ancak daha sonra önyargıların ve bilgi yanlışlığının farkına bir ölçüde varılmıştır; bunun yanında yaş, coğrafya veya cinsel tercih gibi bir sınır tanımamasıyla, en karmaşık hastalıkların başını çekmiştir. Yalnızca bu kadar mı?

Bırakın gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkeleri, en ileri yaşam düzeyine ulaşmış Batı ülkelerinde bile AIDS çoğunlukla bir tabu kabul ediliyor. Bu tabu olma durumu sakınma, dışlama ve hasta kişiyi ahlaki anlamda baskı altına alarak; ayırımcılık uygulama gibi “savunma mekanizmalarını” tetikliyor. Bu mesafe koyma yöntemleri, her ne kadar doğru bilgilendirme ve konuya yönelik eğitimle bertaraf edilmeye çalışılsa da, yine de hastalığın adının duyulması veya bu hastalığa yakalanmış birinin kimliğinin açığa çıkması bile, korkular ve buna bağlı ayırımcılığın belirmesine yetiyor.

HIV taşıyan herhangi birine, örtük veya açık olarak ayırımcılık uygulandığı bir gerçek. Bu bağlamda, tedavi sürecinin ilk aşamasında ve ilaç temini sırasındakilere ek olarak, hastalığa yakalanan kişinin yaşamında karşılaştığı (işten atılma, yalnızlaştırılma, baskı altına alınma gibi) olumsuzluklar; AIDS’in bir hastalık olmasının yanında, kapsamlı sosyal bir sorun haline geldiğinin de göstergesidir. “HIV pozitif” sonucuyla karşılaşanların, zihninde canlanan ölüm korkusunun ardından; tek tek kişilerin ve toplumun, bunun duyulmasıyla nasıl tepki vereceğini düşünmeye başlaması boşuna değildir. Çünkü AIDS eşittir ölüm ve ayırımcılık, insanlar arasında genel geçerlik kazanmıştır.

Susan Sontag’ın deyişiyle “hastalıklar ve hastalar savaşılacak düşman değildir; AIDS’e yakalananlar da kaçınılmaz kayıplar ve toplum için potansiyel tehlike şeklinde algılanmamalıdır.” AIDS’le ilgili önyargılar, son yıllarda çeşitli sağlık kurum ve kuruluşları ile vakıfların çalışmaları sayesinde aşındırılmaya başladıysa ve henüz yolun ilk metreleri adımlanıyorsa da, geçmişteki yıkıcı önyargılar ile ayırımcı duygu ve girişimler, güncelliğini büyük ölçüde korumaktadır.

***

Evet, AIDS bir hastalıktır, bir hastalık olarak kabul edilmelidir. Ancak AIDS aynı zamanda, dünya genelini ilgilendiren hukukî problem ve hastalığa yakalananların maruz kaldığı uygulamalar açısından hem ahlaki bir sorun hem de bir insan hakları sorunudur. Buna ek olarak, geliştirilen tedavi yöntemleriyle AIDS, “kronik bir hastalığa” dönüşmeye başlamış; bir başka deyişle “AIDS eşittir ölüm” denklemi kırılmaya yüz tutmuştur. Fakat dünyanın büyük bir bölümünde hâlâ yıkılması zor bir önyargı ve çekince duvarının bulunuşu, en az AIDS’in kendisi kadar etkin tedavi gerektiren bir hastalıktır.