30 Kasım 2007 Cuma

AFRİKA’DA DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK
ALİ BULUNMAZ

BM Kalkınma Programı (BMKP), 27 Kasım günü yayımladığı raporda, küresel ısınmaya bağlı iklim değişikliklerinin en çok Afrika’yı etkileyeceğini duyurdu. Raporda, Kara Kıta’da, sıcaklık yükselmesiyle ilintili olarak hasadın düşeceği ve açlık oranının daha da artacağına yer verildi.

Daha çarpıcı olan ise, küresel ısınma ve iklim değişikliklerini yaratanlarla, bundan en çok etkilenecek Afrika arasındaki eşitsizlik makasının her zamanki gibi son derce açık bulunması. Zengin ülkeler, kendilerini iklim değişiklikleri ve küresel ısınmaya karşı koruma adına önlemler alma yoluna gidebilirken, nüfusunun yüzde 40’ı günde 1 doların altında bir gelirle yaşamaya çabalayan Afrika ülkelerinin, bu düzenlemeleri yapma imkanına sahip olmaması, gelinen noktadaki farkı gözler önüne seriliyor.

BMKP raporu, iklim değişiklikleri ve küresel ısınmanın neden olacağı su baskınları, fırtınalar ve kuraklığın, Afrika’yı adeta korumasız ve tehlikelere açık bir alan haline getireceğini ortaya koyuyor. Veriler, 2.9 derecelik bir sıcaklık yükselmesinin ve yağışların yüzde 4 azalmasının, Afrika’da (özellikle Sahra-altında) kişi başına gelirin yüzde 25 düşeceğine işaret ediyor. Aynı zamanda sözü geçen bölgenin, yalnızca Teksas eyaletinin ürettiği kadar karbondioksit gazının salınımından sorumlu olduğuna da dikkat çekiliyor.

***

Afrika, zenginliklerinin sömürülmeye başlandığı günlerden bu yana, yoksulluk, yoksunluk ve eşitsizlik bağlamında hep en yüksek bedelleri ödeyen kıta oldu. Egemen sömürgeci güçlerin hesaplaşma ve paylaşım alanı olarak, üzerinde en çok oyunun döndüğü coğrafyaları ile insanlığın belleğine kazındı.

Şimdi BMKP raporuyla Afrika, bir kez daha gündemde. Tüm kaynakları sömürülen, insan hakları ihlalleriyle kötü bir üne sahip olan, çevre ve sağlık sorun ile skandallarının çığ gibi büyüdüğü Afrika’daki bu durumdan kim / kimler sorumlu?

Vicdanları rahatlatmak, hatta yeni kazanç kapıları açmak adına, Afrika için göstermelik eylemler kotaranlar; silahlanmaya, sömürülecek yeni alanlar bulmak amacıyla ve zenginler kulübü toplantılarındaki paylaşım anlaşmaları için harcadıkları paranın dörtte birini yoksulluğa karşı ve doğanın korunması adına harcasalar, bu rapordaki kaygıları ve raporun merkezindeki Afrika’nın önemli bir sorunu çözümlenmiş olmaz mıydı? Bunun ötesinde BMKP’nin sonsözü “zengin ülkeler sorumluluk üstlenmeli” ifadesi, anlamsız ve içi boş olmaktan uzaklaşmaz mıydı?

***

BMKP sorunlara dikkat çekerken, özeleştiri yapmayı, diğer tüm egemen güçler gibi unutmuşa benziyor. Dolayısıyla BMKP, düzenlediği / düzenleyeceği toplantılarda kesin, etkin ve kalıcı yaptırımların kapısını aralayamadığı sürece söz ve edimleri de, vicdan rahatlatıcı temenniler olmanın ilerisine geçemeyecek.

Afrika ise bu anlamda, her zaman yaşadıklarıyla yüz yüze kalmaya devam edecek…

25 Kasım 2007 Pazar

YENİ YÜZYILIN TOPLAMA KAMPLARI
ALİ BULUNMAZ

Von Hayek’in “bir gücü sınırlayamazsak, o gücün kötüye kullanımını da önleyemeyiz” sözü, 21. yüzyılda varlığını küçük biçim değişiklikleriyle sürdüren toplama kamplarının kuruluş gerekçesini de anlatıyor sanki.

Uluslararası Af Örgütü Amnesty International, Afganistan’daki Uluslararası Destek Gücü’nün (ISAF), yerel yetkililere teslim ettiği esir ve tutuklulara uygulanan işkencelerden ötürü, eleştiri dozu yüksek bir açıklama yaptı. ISAF tarafından yakalanan ve terör suçlusu olduğu iddiasıyla, Afgan gizli servisine teslim edilen kişilerin işkence gördüğü ve kötü muameleyle yüz yüze kaldığı, yine aynı kuruluş tarafından rapor edildi. Üstelik rapora konu olan bilgiler, ISAF’ta görevli yüksek rütbeli Alman komutanı tarafından da doğrulandı.

General Egon Ramms, Afgan gizli servisinin teslim aldığı kişilere yönelik işkence ve kötü muamelenin, iddia olmanın ötesine geçtiğini; buna Kanada birliğinin tanık olduğunu açıkladı. NATO Sözcüsü James Appathurai ise, “ellerinde bu konuyla ilgili bilgi olmadığını” açıklamıştı. Ancak Kabil hükümetinin, ABD’nin desteği ve teşviki ile tutuklulara uyguladığı işkencelerin tanıklarından biri olan General Ramms, söz konusu edimler noktasında “Kabil yönetiminin uyarılması ve hatta yaptırımlarla karşı karşıya kalması gerektiğini” belirtti.

***

Afganistan’da yaşanan bu gelişmeler akla, daha önce sık sık kamuoyunun dikkatlerine sunulan diğer toplama kampları ile tutuklulara sistematik işkence uygulanan merkezleri getiriyor. Örneğin 11 Eylül’den sonra işkenceler ve CIA’nın esir uçuşlarının son durağı oluşuyla ünlenen Küba’daki Guantanamo üssü ve Irak’taki Ebu Gureyb hapishanesi bunlardan yalnızca ikisi. Bu merkezler, aynı zamanda uygulamalar açısından da benzerlikler taşıyor. Buralardaki bazı işkenceler ise tekme ve sopalarla dayak, kelepçelerle ve gözleri bağlı olarak saatlerce ayakta tutma, esir ve tutukluların üstüne köpek salma, mahkûmların önünde fahişeleri soyma, tutukluları sürekli yanan ışık altında bekletme ve çok yüksek sesle müzik dinletme biçiminde sıralanabilir.

***

Afganistan’da ABD desteğiyle Afgan gizli servisinin kurduğu kamp ile Guantanamo ve Ebu Gureyb’deki, uluslararası sözleşme ve evrensel insan hakları kurallarını çiğneyen merkezler, tek bir şeyi imliyor: Sınırsız gücün, insan benliğini örseleyen ve yok eden; onu, hakları ve onurundan sıyıran toplama kamplarının düşünsel arkaplanını.

Bugün, sözü geçen merkezler yeni yüzyılın utanç mekanları olarak insanlığın önünde bir duvar gibi yükseliyor. Bir anlamda buralar, insanın onur ile değerini silikleştiren ve sınırlanamayan gücün her an istediğini özgürce yapabildiği alanlar şeklinde geleceğe taşınıyor.

Ama bu belirlemeler, tanıklık ve gösterilen tepkiler, adı geçen toplama kamplarına gizli servis uçaklarının “esir” ve “suçlu” taşınmasına; onların işkenceden geçirilip insan onuru kavramından bi haber hale getirilmesi ve haklarının çiğnenişine engel olmaya yetmiyor.

Bir başka deyişle, gerçek savaş suçluları ve toplama kamplarının gerçek sorumluları, dünyanın gözleri önünde yargılanmadıkça, tüm bunlara engel olunamayacağı ya da adaletin yerini bulmayacağının da bilinmesi gerekiyor.

Ancak bu da –şimdilik- bir 21. yüzyıl ütopyası olarak karşımızda duruyor…

23 Kasım 2007 Cuma

BASRA’DA KADIN OLMAK
ALİ BULUNMAZ

ABD’nin medya devlerinden Ruphert Murdoch, Avustralya’nın Irak’tan asker çekme tasarısı karşısında “Afganistan ve Irak’ta savaşı neredeyse kazandık; Avustralya’nın her iki ülkede bulunan az sayıdaki askerini geri çektiğini görmekten nefret ederim” biçiminde bir açıklama yaptı.

Murdoch, 200 gazeteye ve 35 televizyon kanalına sahip. Bu güçle, ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerine arka çıkarken, yenileri için de alabildiğine çalışıyor.

Murdoch, “Irak ABD için bataklık mı?” sorusunu yanıtlamak yerine, bu bataklığın daha da genişletilmesi gerektiğini savunuyor.

“Özgürleştirme” ve “demokratikleştirme” amacıyla girilen Irak’ta, bugün insan hakları ihlalleri en uç noktalara ulaşmış durumda. Bunun önemli örneklerinden biri, Basra’da günden güne güçlenen dinci-şeriatçı akımların, kadınlara uyguladığı şiddet.

Basra’da makyaj yapan ve başı açık gezen kadınlara yönelik şiddet, giderek cinayetlere dönüşüyor. Sokaklarda “örtünün ya da cezalandırılın” türünden tehdit yazıları bulunuyor. Kadınlara yönelik bu baskı ve tehditler, başta Basra olmak üzere Irak’ta, köktendinciliğin yükselişe geçtiğini gösteriyor.

Dolayısıyla bundan yine en çok kadınlar zararlı çıkıyor. Kendilerine yönelik ayrımcılık ve şiddet, her geçen gün artıyor. Bir anlamda, Basra’da kadın olmak gittikçe güçleşiyor.

Afganistan’da Taliban, Irak’ta El Kaide ve yandaş grupları ile bunlardan başka, yine dinci Şii militanlar ağırlığını hissettiriyor. Kadınlar da bu baskı altında eziliyor; şiddete uğruyor ve öldürülüyor. Murdoch, bu konu hakkında ne düşünüyor?

ABD’nin marifetlerinden doğan bu gerçekleri Murdoch, acaba gazete ve televizyonlarında, neden-sonuç ilişkisini dikkate alarak yayımlayabiliyor mu?

19 Kasım 2007 Pazartesi

UZAK GELECEĞİN YAKINLIĞI
ALİ BULUNMAZ

Geçtiğimiz hafta, Karadeniz’de birbiri ardına meydana gelen gemi kazalarında, tonlarca petrol ve sülfür denize karıştı. Uzmanlar, bu felaketlerin boyutunu anlamanın ve etkilerini hissetmenin yıllar alabileceğini; bölgedeki doğal yaşamın ise bundan en çok zarar göreceğini ifade ediyor. Peki, bu felaketlerin sorumlusu kim? Bu, aynı zamanda bir katliam değil mi; doğayı katleden insanın elinden çıkma bir cinayet?

***

“Center for Global Development” adlı düşünce kuruluşunun yayımladığı “karbon salınımı raporu”nu, İspanya’nın Valencia kentinde toplanan BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli bağlamında bir araya gelen bilim insanlarının yayımladığı rapor izledi.

“Center for Global Development”ın raporuna göre karbon salınımında ilk beş sırayı ABD, Çin, Rusya, Hindistan ve Japonya alıyor. Kişi başına düşen karbon salınımında ise Avustralya, ABD, İngiltere, Çin ve Hindistan başı çekiyor.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli sonrası yayımlanan rapor ise, dünyanın ve dolayısıyla insanoğlunun geleceğine ilişkin endişe verici belirlemeler içeriyor. Buna göre “denizlerin su seviyesinin 0.4 ila 1.4 metre yükselmesinden” tutun da, “sıcaklığın 1.1 ila 1.4 derece artmasına, yağmur suyuyla sulanan tarım arazilerinden sağlanan ürün miktarının yarıya inmesine; 75 ila 250 milyon insanın temiz su kaynaklarına ulaşamamasına, tropik fırtınaların sayısının artmasına ve buzulların yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına” dek, bir dizi olayın insanlığı beklediğini ortaya koyuyor.

BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, raporun yayımlanmasıyla politikacılara “acil eylem” çağrısı yaptı. Fakat bu çağrının, benzerleri gibi havada kalacağı ve salt görev gereği ifade edilmiş bir temenni niteliğinde değerlendirileceği açık değil mi?

Moon’un çağrı yaptığı politikacıların, doğaya ve doğal hayata duyarsız çokuluslu şirketlerle bağlaşıklığı ve kirli çıkar ilişkileri, söz konusu “eylem” isteğini örselemiyor mu? Bugün küresel petrol, altın ve maden avcıları; karbon salınımının azaltılması konusunda hiçbir edimde bulunmayan çokuluslu şirketlerin baronları, politikacılarla işbirliği içinde değil mi? O halde Moon’un çağrısı, yalnızca tutanaklarda kendine yer bulan / bulacak bir ifadeden öteye geçemiyor / geçemeyecek.

***

İnsanoğlu bugün doğayı, yaşama alanı haline getirdiği çevreye dönüştürüp; onu da alabildiğine tahrip ederek, kendi sonunu hazırlıyor. Bunun yanında, çokuluslu şirketlerle politikacılar arasında sürüp giden kirli çıkar ilişkileri de günümüzde, doğa için bir şeyler yapma çabasındakileri çoğunlukla “öteki / marjinal” etiketlendirmesiyle yüz yüze bırakıyor.

Sonuçta, küresel ısınma ve doğal hayat ile kayakların tükenişi, tüm çaba ve uyarılara karşın, uzak geleceği gerçekleri olarak görülüyor. Bir bakıma sorumluluklar kabullenilmiyor ve yerine –olması gerektiği gibi- getirilmiyor.

Fakat dünyanın ve kendisinin sonunu bu denli hızlı biçimde hazırlayan insanoğlu için, yaşanacak dev sorunlar o kadar uzakta mı? Yaşananlar ve rakamlar, her şeyi bütün çıplaklığı ve ağırlığıyla ortaya saçıyor…

16 Kasım 2007 Cuma

DOĞA İNSAN İÇİN DEĞİLDİR (*)
ALİ BULUNMAZ

“Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı / ya dünyamıza inecek ölüm...” Stronsium 90 adlı şiirinde, geleceğe böyle sesleniyordu Nazım Hikmet. İnsanoğlu, doğayı zapturapt altına alma çalışmalarına başladığından beri onu, keşif ve icat ettiği her şeyi denediği kocaman bir laboratuara dönüştürdü. Aynı zamanda, gelişen teknoloji ve hızlı sanayileşmeye ek olarak; tüketim çılgınlığı bugün dünyayı geniş ölçekli bir risk ortamıyla baş başa bıraktı.

Anthonny Giddens’ın deyişiyle, günümüzde insanoğlu ile çevrenin ilişkisinde önemli değişiklikler yaşandı; ona göre bu doğa, “yaratılmış” (: toplumsallaştırılmış) bir doğadır. Nükleer enerjinin tehlikeleri, sera etkisi, buzulların erimesi, yağmur ormanlarının yok olması; bir diğer deyişle ekolojik tehlikelerin çeşitliliği Giddens’a göre, “doğanın insan elinden çıkma bilgi sistemleriyle dönüştürülmesinden” kaynaklanmaktadır.

Dominique Simonet ise, dünyanın temelde “iki kutba” ayrılmasının (: “tüketen, zengin ve çevreyi kirletenlerle; yoksul ve bu çevre kirliliğinin etkilerini en çok hissedenler”); Batılı ülkelerin bilerek yarattıkları bir durum olduğunu dile getirir. Bununla birlikte yoğun sanayileşme hamleleri, teknik altyapının göz ardı edilmesi ve insanın doğadan kopması / koparılmasından dolayı Simonet, doğayı “hasta” olarak niteler.

2 Şubat’ta [2007] açıklanan BM İklim Raporu da konulan bu teşhis(ler)le beraber, hastalığı ve nedenlerini daha gür sesle betimledi. Raporun açıklanmasıyla ortalama sıcaklığın artışı, okyanusların yükselmesi, kuraklık ve kasırgalar, buzulların yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olması, pek çok kıyı ülkesinin sular altında kalma riski gibi, bir dizi felaketin (felaketler bütününün) insanoğlunu beklediği görüldü. Evet, bunların bir felaket olduğu tartışmasız; çünkü yaşanan / yaşanması muhtemel olumsuzluklar (Rapor’da da belirtildiği gibi “yüzde 90 oranında”) insan elinden çıkma!

BM İklim Raporu aslında bildiğimizden farklı şeyler söylemiyor, ancak yaşananları / yaşanacakları biraz daha yüksek sesle ifade etmesi bakımından önem taşıyor. İklim değişikliklerine yol açan etkenleri azaltmak (veya çoğaltmak!) insanın elinde. Yapılacaklar son derece basit; bireysel, yerel ve evrensel anlamda önlem paketleri mevcut: Elektronik eşyaların kullanımından suyun tüketimine, toplu taşıma araçlarının tercih edilmesinden cam malzemelerin plastiklere oranla yaygınlaştırılmasına kadar pek çok tedbir bulunuyor. Tüm bunların yanında, uluslararası anlaşmalara uymayanlara (başta Kyoto Protokolü’nü imzalamayan ABD, Çin, Hindistan, Rusya, Avustralya, Kanada, Almanya, Fransa, İtalya... gibi ülkelere) karşı, yaptırımların yürürlüğe konmasını sağlayacak düzenlemelerin (özellikle çevre örgütleri ve sivil baskılarla) gerçekleştirilmesi (: ki bu da şu anda bir 21. yüzyıl ütopyasıdır) zorunlu gözüküyor. Aynı zamanda petrol ve nükleer enerji yerine, yenilenebilir enerji (örneğin güneş enerjisi) kullanımının acilen yaygınlaştırılması ve bu yönde altyapı çalışmalarına hız verilmesi gerekiyor.

İnsan bugün tükettiği ölçüde varolabiliyor / ona bu öğütleniyor. Her türlü tutku, eğlence ve yaşam düzeyi “tüketim kültürü”ne (: bilinçsiz ve ölçüsüz tüketime) göre oluşturuluyor. Bu arada insan, ürünlerle beraber, kendini ve çevreyi de büyük bir hızla tüketmeye devam ediyor. Bu bağlamda BM’nin İklim Raporu, doğanın hoyratça tüketilmesinin yarattığı / yaratacağı sonuçları gözler önüne seriyor.

Aslına bakılırsa, bu rapordan rakamların, geleceğe dönük tahminlerin ve felaket senaryolarının ötesinde çok daha çarpıcı bir sonuç çıkarılmalı. Küresel ısınma ve buna bağlı iklim değişiklikleri, kimsenin elinin tersiyle itemeyeceği bir gerçeği ortaya koyuyor; o da, tüm bunların bir varoluş sorununa atıf yapması. İnsan bugün önemli bir seçim yapmak durumunda: Ya şimdiye kadarki gibi (: “doğa insan içindir” şiarıyla, onu yok etmeyi sürdürerek) yaşamını “devam ettirecek” ya da bir an evvel türünün ve ekosistemin varlığının devamına yönelik (“insanın doğa ile bir arada olduğunu / olması gerektiğini” unutmadan) bir yol haritası çizmeye koyulacak. Özgürce seçim yapması bakımından, tek / özel olan insan; bu bağlamda ifade edilen seçimi de hür bir şekilde yapacak...

(*) Radikal, 26.02.2007

12 Kasım 2007 Pazartesi

İNSAN DEĞERLİ Mİ?
ALİ BULUNMAZ

Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de, Jokela Lisesi öğrencisi Pekka-Eric, 7 Kasım’da silahıyla yedi arkadaşını katledince, ülkede büyük bir şok yaşandı.

Bu tür katliamların sık sık yaşandığı ABD’nin aksine, daha sessiz sakin görünen Kuzey Avrupa ülkeleri, şimdi Finlandiya’daki dehşeti sorguluyor. İsveç Kralı Gustaf, olay karşısında “bunlar yayılmaya başladı, çok şaşırtıcı” ifadelerini kullandı. Ancak bunda şaşılacak bir yanın olmadığı da gerçek.

Öncelikle bilgi ve özellikle iletişim teknolojilerinin son hızla geliştiği bir çağdayız. Salt bu bile, sözü geçen katliamların hemen, dünyanın her yerine ulaşmasını, sahiplenilmesini ve buna eğilimli kişilerin arşivlerinde yer almasını sağlıyor. Özellikle internet bağımlılığı ve sanal dünya ile gerçeğinin yer değiştirişinin hâkim olduğu günümüzde, bu tür cinayetler bir domino etkisi yaratarak yol alıyor. Peki, sadece bu mu?

Daha önemlisi, inanın değeri ile ilgili zemin kaymasının doğurduğu ürkütücü tablo. Bugün insan denildiğinde, akla homo economicus geliyor. Bir başka deyişle, merkezde insan değil; üreten ve daha çok tüketen / tüketmeye eğilimli hale getirilen, ekonomik ilişkiler ağındaki “özne” (:daha doğru deyişle nesne) bulunuyor. Her şey buna göre konumlanıyor. Dolayısıyla insanın kendini “gerçekleştirme” ve yaşamını “anlamlandırmasının” yolu, tüketimin daha ağır bastığı, üretim-tüketim bileşiminden geçiyor. Sonuçta değerleri ve insanın değerini tüketen insan, bir noktadan sonra kendini yok etmeye yöneliyor.

11 Kasım günkü Cumhuriyet’te Osman İkiz, İsveçli kriminolog Jerzy Sarnecki’den konuya ilişkin çeşitli saptamalar aktardı. Tüm dünyada olduğu gibi, Kuzey ülkelerinde de “ekonominin insan merkezli olma durumundan uzaklaştığını” belirten Sarnecki, eski modelin “insanın mutlu olmasına, çocukların iyi eğitim görmesine, yaşlıların iyi bakılmasına, emeklilerin insanca yaşamasına” olanak verdiğini ifade ediyordu.

Günümüzde ise bu terk edildi, ekonomi başat hale geldi. Sarnecki’ye kulak verelim:

“Bütün politikalar ekonomik büyüme endeksli, insan sadece vergi mükellefi ve tüketici. Böyle bir toplum, ancak vahşet doğurur. İşsizlik arttıkça, adalet yara aldıkça, sınıf farklılıkları derinleştikçe, toplum dışına itilenler çoğaldıkça, cinnet getirenler de artacaktır.”

***

Finlandiya’daki olayı ya da ABD’de daha önce yaşanan “okul katliamlarını”, cinnet diyerek işin içinden sıyrılmak o kadar kolay mı? Sernecki, yukarıdaki ifadeleriyle bunun böyle olmadığını gösteriyor. Sorun, bugün insanın değerinin sadece ekonomik göstergelere indirgenip indirgenemeyeceği.

Dünyanın dört bir yanındaki işgal ve süren çatışmaların gerçek nedeni ne? İnsan neden değersizleştiriliyor? Bu temel sorulara yanıtlar buldukça, cinnet ve katliamlara şaşırmaktan vazgeçeceğiz yavaş yavaş.

Aynı zamanda alışmaktan da…

9 Kasım 2007 Cuma

PAKİSTAN VE ABD
ALİ BULUNMAZ

Pakistan, Devlet ve Genelkurmay Başkanı Pervez Müşerref’in yönetime el koyup, demokrasiyi askıya alışı nedeniyle sarsılıyor. Müşerref, olağanüstü halin “radikal dincilerin faaliyetlerini arttırması ve yargıçların yönetime engeller çıkarması”na ilişkin olarak ilan edildiğini duyursa da, buz dağının altında önemli ayrıntılar yatıyor.

Pakistan Anayasa Mahkemesi’nin 2001 seçimlerine yönelik hile iddialarıyla ilgili kararını açıklaması öncesinde Müşerref’in ilan ettiği olağanüstü hal, bu yüzden farklı bir anlam kazanıyor. Keza, ilk olarak Anayasa Mahkemesi’nin askerlerce kuşatılması ve Mahkeme’ye Müşerref’e yakın bir isim atanması, gerçek hedefin ne / neresi olduğunu gösteriyor.

2001 seçimleri sonrasında gündeme gelen hile iddiaları, Anayasa Mahkemesi’nin inceleme başlatmasına neden olmuş; 5 Kasım’da açıklanması beklenen karar arifesi Müşerref, ülkeye dönen Benazir Butto’ya yönelik suikast girişimini de maske gibi kullanarak, olağanüstü hal ilan etmişti.

Ancak Müşerref, bu eyleminin ardından ekranlara çıkıp “yargıçlar, karışılmaması gereken işlere burnunu sokuyordu; böylece hem hükümeti kilitliyor hem de terörle mücadeleye zarar veriyordu” açıklamasını yapıp, muhalifler ile yargıç ve avukatları hapse atınca, iktidar mücadelesine ilişkin amaç ortaya çıktı. Olağanüstü hali protesto gösterisi öncesi, Butto’nun ev hapsine alınması da, Müşerref’in iktidar mücadelesini destekler nitelikte.

Bununla birlikte medyaya da kendisi ile ilgili muhalif yayın yapılmasını yasaklayan Müşerref’e, gerek ülke içinden gerekse dışından tepkiler gelmeye başladı. Örneğin Pakistan asıllı yazar Tarık Ali, Müşerref’in ilan ettiği olağanüstü hali “aynı sonucu almak için dozu sürekli arttırılan bir antibiyotiğe” benzetiyor. Ali, Müşerref’in iktidarını “ordu ile sınırlı” görürken, “darbe içinde darbe yaptığını” da ekliyor.

ABD ile İngiltere ise Müşerref’e, “demokrasiye dönüş ve seçimlerin tasarlanan tarihte yapılması” konusunda uyarılarda bulundu. Bunun üzerine Müşerref, “yasama, yargı ve yürütme dengesinin sağlanmasıyla, Genelkurmay Başkanlığı görevini bırakacağını” duyurdu.

Tüm bunlar olurken ABD Başkanı Bush’un, “Pakistan’la terörle mücadelede bir arada çalışmaya devam etmek istiyoruz” açıklaması, Müşerref olsun ya da olmasın, ABD’nin bu ülkeye duyduğu “ihtiyacı” ortaya koydu. ABD’nin Afganistan’daki varlığı ve El Kaide’ye karşı yürüttüğü “mücadele”, Çin’i denetleme isteği ve İran’a yönelik harekât için Pakistan’a gereksinim duyduğu bir gerçek. Bundan dolayı, ABD’nin Pakistan’a (göstermelik olanlar hariç), kapsamlı yaptırımlar uygulaması pek olası değil.

Bu anlamda ABD, Pakistan’daki gelişmeleri dikkatle izlerken; kendisinin bölgedeki çıkarlarını etkileyecek bir gelişmeye, özellikle bu sıcak ortamda, nereye ve ne kadar izin vereceğini ise zaman gösterecek.

5 Kasım 2007 Pazartesi

ŞEFFAFLIK VE GÜVEN ORTAMI MI?
ALİ BULUNMAZ

BM Genel Kurulu Silahsızlanma Komisyonu’nda ABD, İngiltere ve Fransa’nın muhalefetine rağmen, nükleer silahların her an kullanılabilir olma durumundan çıkarılmasına yönelik karar tasarısı kabul edildi. Söz konusu tasarı, adı geçen üç ülkenin “hayır” oyuna karşılık; 124 oyla komisyonda kabul edildi. Çin’in de aralarında bulunduğu 34 ülke çekimser kaldı.

Soğuk Savaş döneminin bir belirleyicisi olan nükleer silahların her an kullanıma hazır bulunması, tasarıdaki ifadelere göre SSCB’nin yıkılmasıyla işlevini yitirdi. Metinde, 1990’larla başlayan “şeffaflık ve güven ortamına” atıf yapılırken, “birkaç bin nükleer silahın fırlatılmak üzere hazır bekletilmesi”nin kaygı yarattığı da vurgulandı.

Bir başka deyişle, bu tasarıyla nükleer silahsızlanma, barış ve güven ortamının önemine dikkat çekiliyor. Fakat ABD, İngiltere ve Fransa’nın “hayır” oyu, İran’a nükleer silah ürettiği gerekçesiyle sert yaptırımlar uygulanmasının düşünüldüğü bugünlerde, başka kuşku ve soruları gündeme getiriyor.

Bu kuşku ve soruların merkezinde ise, tasarıda atıf yapılan “şeffaflık ve güven ortamı” ifadesi bulunuyor. İran’ın nükleer faaliyetlerinin “şeffaflıktan uzak olduğunu” belirten ABD, bu bağlamda hem AB hem de bölge ülkelerini İran’a uygulanacak yaptırımlar ile ilgili ikna etmeye çabalıyor. Ancak tam da bu noktada şu soru sorulmalı: ABD, Fransa, İngiltere, İsrail nükleer çalışmalarını şeffaf mı yürütüyor? ABD’nin nükleer altyapı anlaşması imzaladığı ve tesisler kurmasına izin verilen Hindistan şeffaf mı? Ya da Hindistan’ın komşusu Pakistan?

Elbette bu ülkeler ABD ile birlikte hareket ettiği, onun Ortadoğu ve dünya politikalarına destek verdiği için, İran’a uygulanan / uygulanmaya çalışılan yaptırım ve denetimlerden muaf tutuluyor. ABD, İsrail, Fransa ve İngiltere ile Hindistan ve Pakistan’ın elindeki gizli ve açık silahlar tehlike oluşturmuyor! Ancak BOP bağlamında yeni hedef tahtası İran, ABD ve ortaklarının haydutluklarıyla karşılaşıyor.

Eğer bir nükleer silahsızlanma tasarısı hazırlanıyor ve buna uyulması isteniyorsa, bu tüm devletler için geçerli olmalıdır. Aksi takdirde, emperyalist çıkarlar doğrultusunda çizilen “şer eksenleri” ya da oluşturulan “haydut devlet” söylemleri, en az nükleer silahlar kadar yıkıcı sonuçlar doğuracaktır.

Bu yüzden şeffaflık ve güven ortamı, tüm dünya için bağlayıcı olan / olması gereken bir sorun biçiminde insanlığın karşısında durmaktadır. Dolayısıyla uluslararası sözleşme ve kurallar, ayrım olmaksızın her devlet için geçerlilik kazanmalıdır, şimdiki duruma bakıldığında ne kadar imkansız gibi görünse de...

2 Kasım 2007 Cuma

DOKUNULMAZLAR…
ALİ BULUNMAZ

Geçenlerde elindeki kırmızı boyayla ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın karşısına geçip “elinizde milyonlarca Iraklının kanı var, savaş suçlususunuz” diyen protestocu Desiree Fairooz haklı değil mi?

Bush, Rice, Cheney, Blair, Rumsfeld ve yol arkadaşları savaş suçlusu kapsamına alınamaz mı? Bu çok zor. Çünkü önce şunun yanıtını bulmak gerekiyor: Onları kim resmen suçlu ilan edecek?

Irak’ta 2003’ten bu yana öldürülen, kaybedilen ve işkenceden geçirilenlerin sayısını kestirmek güç. Kimi kaynaklar 1 milyon ölü, aynı sayıda kayıp diyor, resmi kaynaklar ise 800 bin ölüden bahsediyor. Sayılar birbirine geçiyor, anlamsızlaşıyor. ABD’nin öncülüğündeki terör ise sürüyor. Irak’ta terör estiren yalnızca ABD ve müttefiklerinin orduları da değil. Son günlerin manşetlerini oluşturan özel güvenlik şirketleri de kıyımdan nemalananlar arasında.

Özellikle 17 Iraklı sivili öldürüşü ile “ünlenen” Blackwater çalışanları için ABD Dışişleri Bakanlığı “kısmi dokunulmazlık” önerisi getirdi. New York Times tarafından dünyaya duyurulan bu öneride, herhangi bir eylemden dolayı yargılanmaları engellenecek olan Blackwater çalışanları, bir bakıma diplomatik dokunulmazlık zırhına büründürülmeye çalışılıyor.

17 sivilin öldürülmesi ile ilgili yürütülen soruşturmada Blackwater çalışanları, bu dokunulmazlıklarını gerekçe göstererek FBI yetkililerine “bilgi veremeyeceklerini” ifade etti. Yalnızca bu bile, ABD’nin hukuk tanımazlığı nasıl da benimsediğini göstermeye yetiyor.

Irak işgali öncesinde Bush ve ekibinin ağzından düşmeyen süslü “demokrasi”, “özgürlük”, “adalet” ile “hak ve hukuk” gibi sözler de anlamsız birer kelimeye dönüşmüş oluyor böylelikle.

Evet, ABD ve müttefiklerinin eli gerçekten de Iraklıların kanlarıyla bezenmiş durumda. Ama sözü geçen savaş suçluları, yeni işgal ve kıyımları meşrulaştırmak; dokunulmazlıklarını pekiştirmek için kendilerince boyadıkları sözcükleri ağızlarından yine eksik etmiyor…