3 Aralık 2007 Pazartesi

AIDS, YALNIZCA BİR HASTALIK MI?
ALİ BULUNMAZ

1 Aralık, Dünya AIDS Günü’ydü. AIDS, zamanımızın en bilinen, yarattığı fiziksel ve sosyal etkilerle ortalığı kasıp kavuran bir hastalıklarının başında geliyor. Bugün, HIV taşıyıcılarının sayısı BM AIDS Ajansı verilerine göre 33.2 milyon. Bunların 30.8 milyonu 15-49 yaş, 2.5 milyonu ise 15 yaş altı kişilerden oluşuyor. Bugüne dek AIDS’ten ölenlerin sayısı 2.1 milyonken, hastalığın bulaştığı kişiler 2.5 milyona ulaşıyor. AIDS kaynaklı ölümlerin dörtte üçü, hastalığın tedavisi için üretilen ilaçları edinmenin son derece güç olduğu Afrika’da gerçekleşiyor.

***

Çağımızda iktisadi açılımlar ya da teknolojiyle beraber, başta AIDS olmak üzere, pek çok bulaşıcı hastalık da “küreselleşiyor.” Bu da Giddens’ın, “savaşın endüstrileşmesi, ekolojik yıkım veya terör tehdidi” şeklinde betimlediği, modern dönemin risk ortamında, güvensizliği beraberinde getiren etkenlerden biri olarak not ediliyor. Başlangıçta AIDS bulaşıcı bir hastalık olarak, yalnızca bir kıtaya ve cinsel tercihe özgü biçimde algılanmış; ancak daha sonra önyargıların ve bilgi yanlışlığının farkına bir ölçüde varılmıştır; bunun yanında yaş, coğrafya veya cinsel tercih gibi bir sınır tanımamasıyla, en karmaşık hastalıkların başını çekmiştir. Yalnızca bu kadar mı?

Bırakın gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkeleri, en ileri yaşam düzeyine ulaşmış Batı ülkelerinde bile AIDS çoğunlukla bir tabu kabul ediliyor. Bu tabu olma durumu sakınma, dışlama ve hasta kişiyi ahlaki anlamda baskı altına alarak; ayırımcılık uygulama gibi “savunma mekanizmalarını” tetikliyor. Bu mesafe koyma yöntemleri, her ne kadar doğru bilgilendirme ve konuya yönelik eğitimle bertaraf edilmeye çalışılsa da, yine de hastalığın adının duyulması veya bu hastalığa yakalanmış birinin kimliğinin açığa çıkması bile, korkular ve buna bağlı ayırımcılığın belirmesine yetiyor.

HIV taşıyan herhangi birine, örtük veya açık olarak ayırımcılık uygulandığı bir gerçek. Bu bağlamda, tedavi sürecinin ilk aşamasında ve ilaç temini sırasındakilere ek olarak, hastalığa yakalanan kişinin yaşamında karşılaştığı (işten atılma, yalnızlaştırılma, baskı altına alınma gibi) olumsuzluklar; AIDS’in bir hastalık olmasının yanında, kapsamlı sosyal bir sorun haline geldiğinin de göstergesidir. “HIV pozitif” sonucuyla karşılaşanların, zihninde canlanan ölüm korkusunun ardından; tek tek kişilerin ve toplumun, bunun duyulmasıyla nasıl tepki vereceğini düşünmeye başlaması boşuna değildir. Çünkü AIDS eşittir ölüm ve ayırımcılık, insanlar arasında genel geçerlik kazanmıştır.

Susan Sontag’ın deyişiyle “hastalıklar ve hastalar savaşılacak düşman değildir; AIDS’e yakalananlar da kaçınılmaz kayıplar ve toplum için potansiyel tehlike şeklinde algılanmamalıdır.” AIDS’le ilgili önyargılar, son yıllarda çeşitli sağlık kurum ve kuruluşları ile vakıfların çalışmaları sayesinde aşındırılmaya başladıysa ve henüz yolun ilk metreleri adımlanıyorsa da, geçmişteki yıkıcı önyargılar ile ayırımcı duygu ve girişimler, güncelliğini büyük ölçüde korumaktadır.

***

Evet, AIDS bir hastalıktır, bir hastalık olarak kabul edilmelidir. Ancak AIDS aynı zamanda, dünya genelini ilgilendiren hukukî problem ve hastalığa yakalananların maruz kaldığı uygulamalar açısından hem ahlaki bir sorun hem de bir insan hakları sorunudur. Buna ek olarak, geliştirilen tedavi yöntemleriyle AIDS, “kronik bir hastalığa” dönüşmeye başlamış; bir başka deyişle “AIDS eşittir ölüm” denklemi kırılmaya yüz tutmuştur. Fakat dünyanın büyük bir bölümünde hâlâ yıkılması zor bir önyargı ve çekince duvarının bulunuşu, en az AIDS’in kendisi kadar etkin tedavi gerektiren bir hastalıktır.

Hiç yorum yok: